İnsanlar karşıma geçip konuşmaya başladıkları andan itibaren, kendimi hiç “kendim” gibi hissetmem. Anında farklı bir kılığa bürünürüm. Onların anlattığı bütün çılgınlıkları ve sapıklıkları normal karşılarım, içimde zerre kadar kabul edemiyorsam dahi. Her şeyi ne kadar olur görürsem, etraftan, yaptıklarım ve yapacaklarım için o kadar az küfür sesi yükselecek çünkü. Bu bir çeşit korunma mekanizmasıydı ve uzun yıllar önce kullanmaya başlamış olduğum bu mekanizma beni “sağlam adam” yapmıştı. Bunun beni neye dönüştüreceğini tahmin edememiştim. Etseydim bunu önlemek için çok fazla şey yapardım.
İnsanlar etrafta, onları dinleyecek pek çok kişi bulurlardı ama onları, yaptıklarını ve yapacaklarını yargılamayanlara çok sık rastlamazlardı. Benim yargılamayışım ve anlatılanlara sadece başımı sallayarak tepki verişim, konuşmak için aranılan adam olmama neden olmuştu. “Sağlamıştı” diyemiyorum çünkü bu gittikçe beni rahatsız eden ve çıkmaza sürükleyen bir durumdu. Rol yaptığımın her ne kadar farkındaysam da, zamanla kendimden bir kırıntı bile bulamayacağım korkusu sarmıştı içimi. Dünyada sahip olduğum tek gerçek şey “ben”dim ve “ben” de gitgide o vicdanlarını rahatlatmak için kayıtsız birini arayan böceklere yem olmaya başlamıştım. Benden arda kalan ne varsa kurtarmak istiyordum. Tek bacaklı tek kollu da olsam, benden geriye kalanı istiyordum. Kendime gerçek anlamda sahip olmak için yıllar önce bir adım atmıştım. Şimdiyse kendimi o böceklere teslim edemezdim.
Evet, kendime sahip olmak için bir şeyler yapmıştım. Kendimi denizlere attım mesela. Somut olarak sahip olduğum bir şey varsa, o da teknemdi. Yıllar önce çıktım denizlere. Ben, kimseden kaçmadım. Ne nefes alırken bozuk bir motoru andıran sesler çıkaran obez karımdan ne de zihinsel özürlü ikiz kızlarımdan. Bir gün, öylece, canım sadece çekip gitmek istemişti. Bu isteğin bu kadar basit ve köksüz olduğunu düşünmüyorum. Aksine, kendimi bildim bileli hep arayış içindeydim ve bir aile kurmak bu arayışı sonlandırır diye umuyordum. Öyle olmamıştı. Hayatta belli bir noktaya geldiğinde kişi, geriye dönüp bir bakıyor ve elinde hiçbir şeyin olmadığını görüyor. Bu bombanın pimini çeken güç oluyor ve kendinizi yürürken buluyorsunuz. Size hiçbir şey vermediğini gördüğünüz geçmişiniz ve kurmaya çalıştığınız ne varsa geride bırakıyorsunuz ve kendinizi, yürürken buluyorsunuz.
Benim bombamın pimi çekilir çekilmez, o harabeye dönmüş evimden çıktım. Kızlarımın ve karımın üstüne kilitledim kapıyı, gecenin bir yarısı, onlar uyurken. Uyandıkları zaman kapıyı, öyle ya da böyle, açacaklarını elbette biliyordum. Sadece gitmek istiyordum ama eğer bir gün geri gelmek istersem –ki böyle bir istek hiç olmamıştı içimde- onları bıraktığım gibi bulmak istiyordum. Onlar bezelyeydi, ev ise konserve. Onları kilitledim. Üzerinden yıllar geçse de konserve konserveliğini yapacak ve istediğim zaman bana onları sunacak. Onların konservenin içinde oluşu beni rahatlatıyordu.
Tabii bu, yedi yıl kadar önceydi. Şimdi düşününce bu konserve işlemini gereksiz buluyordum. Onları hiç özlememiştim veya merak etmemiştim. Ben ne aradığımı bilmiyordum, ama bulmayı düşlediğim şey için de çok fazla hevesleniyordum. Teknem beni dalgalar eşliğinde oradan oraya sürükledi, limandan limana, şehirden şehre. Maviliklerden de benim için herhangi bir ses çıkmayınca, kendimi sessiz sakin olmayan, fazla gösterişli bir şehrin limanına demirledim. Hemen hemen iki yıldır buradayım ve keyfim iyi sayılır. Ah… O böcekler olmasaydı. Etrafımı ne ara, nasıl sardıklarından haberim yok. Birkaç uzvumun olmadığını görünce başlamıştım sorgulamaya. Ben, benim için en değerli olan şeyi yapmıştım. İçimde hep olan o dürtüyü gerçekleştirmiştim. Bu görkemli şovu onlar mahvetmişti. Kendimi gittikçe kaybettim. Ben, ben olmaktan iyice çıktım. Bu yüzden onlardan inanılmaz nefret ediyorum. Ben, salt yaşamı istiyordum. Ailesiz, akrabasız, geçmişsiz, geleceksiz… Yaptığım en uzun vadeli planım, bir sonraki öğünde yiyeceğim yemekti. Kendimi anlık zevklere bırakmıştım.
Benimle konuşmaya gelen, içini rahatlatmak ve umarsızlığımı kendi vicdanları için bir süzgeç gibi kullanan budalalara tahammülüm kalmamıştı artık. Güneş batmaya yakın gelirdi çoğu. Teknemin bağlı olduğu limanın yakınlarındaki masanın etrafına konmuş taburelerden birini altlarına çekmeden önce, teknemden çıkmam için bana seslenirlerdi. Karşılarına oturduktan sonra da dökülürlerdi işte. İçlerindeki bütün pisliklerini bana akıtırlardı. Bunu alışkanlık haline getirmişlerdi. Onlar bağımlı ben uyuşturucu. Artık kullanılmaktan sıkılmış olan bir uyuşturucu. İşin bu yanını hiç düşünmemiştim sanırım. Ama bu, böyleydi. Kendilerini ve yaptıklarını içine sindiremeyen, bunun için de etraftan destek bekleyen acizler. Güçsüzler. Güçsüzler ordusu… Savaşım başlamıştı ve güçsüzler ordusu benden öndeydi. Beni “sağlam adam” olarak görüp konuşmaya gelen devamlı on kişi vardı. On kişilik bir dev ordu. Onlar basit. Onlar güçsüz. Başlarda çok fazla yaşamıma etkilerinin olduğunu söyleyemem ama bu kanser virüsü gibi sinsice yerleşiyor ve yavaşça çürütüyor sizi. Bu amansız işkencenin zincirleri ne zaman kopacak? Ben ne zaman özgürlüğüme kavuşacağım? Bombam onlar için patlamamıştı, bundan eminim. Dayanamıyorum artık. Dayanamıyorum! Bıktım. O çırpı bacaklı kızın bana her seferinde, eski sevgililerinden nasıl adice intikam aldığını dinlemekten bıktım. Orta yaşlarındaki o ince bıyıklı memurun üvey annesiyle olan sevişmelerini dinlemekten de bıktım. Abisini kıskandığı için en az ayda bir kere intihar girişiminde bulunan ve suçu abisinin üzerine atan yirmi beş yaşındaki geri zekâlı oğlandan da bıktım. Ve tabi unutmadan, o çocuk. Okuldan çıkar çıkmaz yanıma geliyor ve ilerde benim gibi olmak için çabalayacağını anlatıp duruyor. Aralarında en tahammül edilebilir olan o çocuk. Evet, güçsüzler ordusunda belki de hoşlanmaya yakın olduğum tek böcek. Ama dediğim gibi, o da böceklerden biri. Güneş şimdi de batmaya yakın. Uyumam gerekiyor sanırım. Uyumalıyım. Onlardan belki bu yolla kaçabilirim. İşte, bir korunma mekanizması daha. Uyumalıyım…
Uyandığımda saat sabahın dördüydü. Bu şehrin, kendisine özgü bir sesi vardı. Gece de gündüz de; havaya, asfalta, betona, tekneme ve kulaklarıma hakim olan bu fonu hiçbir şeye benzetemiyordum. Büyük, metal bir keskinin bir başka metalin üstünde sürtünmesi gibi bir ses. Ya da anatomisini tahmin edemediğim devasa bir yaratığın yardım için çaldığı acı dolu bir ıslık. Herhangi bir şey olabilirdi. Uyanmama sebep olan bu sesti ve bu sesin beni uyandırmasına hiç olmadığım kadar memnun olmuştum. Beni o korkunç rüyadan uyandıracak her hangi bir şeye tapabilirdim. Beni bu kadar derinden sarsacak ve çılgına çevirecek bir rüya görmemiştim daha önce. Hatta uzun zamandır, basit rüyalar bile görmüyordum. Ama bu bir rüyadan çok daha farklıydı. Çöldeydim. Başlangıcı ve sonu olmayan, altın sarısı kumlarla kaplı bir çöl. Sayısız tepeciklerle çevrili, etrafına göre daha aşağıda kalan bir düzlüğün ortasındayım. Ne yapacağımı bilmiyorum. Bir şey yapmalı mıyım onu bile kestiremiyorum. Ama gerçek hayata oranla her ayrıntıyı çok daha fazla yaşıyor ve hissediyorum. Rüzgarı, ıssızlığı, bilinmezliği ve merakı. “Burada ne yapıyorum? Nasıl geldim?” diyorum kendi kendime. Teknemi arıyor gözlerim. Sonra içimde acı bir ses yükseliyor, denizlerden çok uzaklarda olduğumu, bir çölün ortasında yapayalnız kaldığımı hatırlatıyor bana. Kafamdaki sorulardan, gökyüzüne toplanan yoğun sis bulutlarını fark etmemle sıyrılıyorum. Gök sarımsı bir gri olduğu için gün, gece olmak için fazla aydınlık, gündüz olmak içinse fazla karanlık. Sis tepelerin üstünde birikmeye başlıyor ve göğün bedenimin hizasında bulunan bölümü derin bir karanlıkla geri çekilmeye başlıyor. Tepemde bir hortum oluşmuş gibi tıpkı… Gün, ne olmak istediğine karar veriyor ve Nyks’i seçiyor. Nyks, Erebos’la birleşiyor ve o yoğun sis onlara rahim görevi yapıyor. Sis açılıp genişlemeye çalışıyor ve çok geçmeden tepelerin arkasına zift gibi bir madde yağmaya başlıyor. Zift damlaları sisten sıyrıldıkları anda ovalleşiyor, kum tepelerine yaklaştıkça da uzayıp mızrak şeklini alıyor. Tepelerin ardına yağan bu mızrak yağmurundan korkuyordum. Büyük bir gürültüyle yağan yağmur gittikçe şiddetini azaltıyor. Yağmurun hafiflemesiyle birlikte sisler de dağılmaya başlıyor. Ama tepemdeki boşluk hala canlı ve bir şeyler yutmak istiyor gibi görünüyor. Sonra etraf, keskin bir sessizlikle sabitleşiyor. Bu sessizliği Nyks’in sesi bozuyor. “Ye!” diyor bana. Anlayamıyorum. Eğer ne dediğini o anda kavramış olsaydım istediğini hemen yapardım. Hücrelerime milim milim dolan o sesi tekrar duymamak için her şeyi yapardım. Bunun beni delirtecek güçte olduğunu biliyordum. Verilen emir, herhangi bir ağzın, dişin ya da gırtlağın işbirliğiyle oluşmuyordu çünkü. Bulunduğum alemin her köşesi titremişti o ses çıkarken. Emir, bu gerçeklik dışı evrenin her ayrıntısından dışarı püskürtülüyordu. Kulağıma gelen tıslamaya benzer bir şeydi ama algıladığım “Ye!” emriydi. Ona “Neyi?” diye soracak gücüm yoktu. Zaten buna gerek kalmadan ses bir daha konuşmaya başladı: “Rengi değişiyor. Ye!” . Ses her yerden geliyor olabilirdi. Etrafıma bakındım. Tepelerin doruğundan eteklerine doğru bir kızıllık geliyordu. Kızıllık bütün çölü ele geçirmişti Saniyeler içerisinde sarı kum taneleri tamamen kızıla boyanmıştı. O zaman anlamıştım, yemem gereken şeyin ne olduğunu. Hiç tereddüt etmeden dizlerimin üstüne çöktüm. Avuçlarımı paslı kızıla boyanmış kumlara daldırdım ve ağzıma doldurmaya başladım. Yutmakta çok fazla zorlanıyordum. Damağımı, ağzımın içini, gırtlağımı acıtıyordu bu yeme-yutma eylemi. Acıma rağmen söyleneni yapmalıydım, sorgusuz sualsiz. İtaat etmek, böyle bir şeydi. Ve bunun beni ne kadar aciz bir sefile dönüştürdüğüne aldırmamaktı. Sesin “Dur!” komutunu duymak için kulaklarımı dikmiştim ama herhangi bir şey işitmiyordum. Yemeye devam ediyordum. Sonra acıyla öksürmeye başladım. Burnum kanıyordu. Sonra o sesi duymaya başladım. Şehrimin sesini. Yaşadıklarımın bir rüya olduğunu fark etmemi sağlayan o sesi. Metalin bir diğer metale sürtünüş sesini. Uyanma aşaması… Sanki yerin binlerce kilometre altından saliseler içerisinde yukarı fırlatılmıştım ve teknenin içindeki bedenim, iyi bir kaleci gibi ruhumu sıkıca yakalamıştı.
Evet, uyandım. Ama neye uyanmıştım? Gerçekliğe mi? Bütün acılarına rağmen garip bir huzur veren ve asıl yaşanması gereken dünyayı geride bırakarak, karmaşık ve kaoslarla dolu bir yanılsamalar dünyasına mı yoksa? Daha fazla düşünmek istemiyordum. Güneş birazdan doğardı. Bu da biraz daha iyi hissetmemi sağlardı belki.
Teknenin kıç tarafına gittim ve kovayla denizden su çektim. Yüzüme su çarptıktan sonra iple tekneye bağladığım kovayı tekrar denize attım. Gözlerimi kapatmıştım. Ayaktaydım ve doğmaya çalışan günü selamlıyordum kendimce. Acaba o da rüya görüyor mudur? Aslına bakarsanız, dünya teorik olarak uyumuyordu. O, milyarlarca yıl önce bir saçmalıklar silsilesi oluşturmak için uyanmıştı. Ve biraz etrafıma bakındığımda, bunu büyük bir başarıyla gerçekleştirmiş olduğunu görebiliyordum. Dikilmekten vazgeçtim ve halatı çözdüm tekneyi bağladığım demirden. Denizde açılmaya başladım. İhtiyacım olan denize biraz daha ait olmaktı. Aynı zamanda ona daha fazla sahip olmak… Yeterince açıldığımı düşündükten sonra demir attım. Kıyıdan çok uzakta değildim. Sigara içmek istiyordu canım. Kaptan köşküne gittim ve sigaramı alıp teknenin kıçına geri döndüm. Paketten bir sigara çıkarıp dudaklarımın arasına yerleştirdim. Sol elimi siper ederek, sağ elimdeki çakmakla yakmaya çalıştım sigarayı. O sırada burnumdan aniden kan fışkırmaya başladı. Ne olduğunu anlamadan boğazıma keskin bir acı saplandı. Sigara, acıyla beraber açtığım ağzımdan düştü. İki elimle boğazıma sarıldım. Genişleyip daraldığını hissediyordum gırtlağımın parmaklarımın arasında. Acı şiddetleniyordu ve ben nefes alamıyordum. Dizlerimin üzerine çöktüm. Boğazımın bu doğal olmayan anormal eylemi beni korkutuyordu. Biraz daha sürerse, suratımın içinde gezinen basınç kurtçuğu yüzünden gözlerim yuvalarından fırlayabilirdi. Dayanma gücümün sonuna gelmiştim. Midem kasılmaya başladı, o da boğazım gibi bir genişleyip bir daralıyordu. Bunu hissetmek hiç de zor değildi. Sonra daralma ve kasılma yavaşlamaya başladı. Organlarıma genişleme hâkimdi. Midem beni kusmam için zorluyordu. Buna karşı koyacak değildim. Ağzım normalden fazla açılmıştı. Çene kemiklerimin kırılacağını ve ağzımın kopup ayrılacağını düşünmüştüm ama öyle bir şey olmamıştı. Derim garip bir biçimde esniyordu ve bu bana zarar vermiyordu. Çok geçmeden kusmaya başladım. Dünden beri boş olan midemin bu kadar yoğun ne boşalttığını merak ediyordum ama zaten fazlasıyla zorlanan vücuduma gözlerimi açmak gibi yeni bir görev verip iyice zorlamak istemiyordum. Dakikalarca kustum ve bu sırada gözlerimi bir kere bile açmadım. Çektiğim acıyı düşünürsem, kusmuk yığını büyük ihtimalle jiletlerden ve çivilerden oluşuyordu. Ama öyle değildi. Kusma bittiğinde yaşarmış ve sızlayan gözlerimi açtım yavaşça. Gördüğüm sahne beni dehşete düşürmüştü. Teknemin tahtalarının üstünde, pas tutmuş gibi görünen, kızıla dönük renkte küçük bir kum tepeciği oluşmuştu. Sırt üstü yere uzandım. Vücudum aniden kuvvetle sarsılıyor, sonra aniden kesin bir hareketsizliğe gömülüyordu. Bu, nasıl olabilirdi? Rüyamda paslı kızıl kumları yiyordum ve şimdi buraya, gerçek dediğimiz dünyaya çölün yediğim kısımlarını kusuyordum. Bu, bu gerçek olamaz… Halüsinasyon mu görüyorum? Ama… Nasıl bu kadar yoğun olabilir? Oradan buraya taşıdığım kumlar ne içindi? Bunların hepsi ne demek oluyordu? Delirmiyorum. Hayır iyiyim. Derin bir nefes al, ver. Al, ver… Gözlerimi kapatmalıyım. Her şey daha güzel olacak. Gözlerimi kapatmalıyım…
İzleniliyor olduğunuzu düşündüğünüz anda, hareketleriniz doğal olmaktan çıkar ve garip bir panik hâkim olur bedeninize. Normalde yapmayacağınız şeyler yapar, söylemeyeceğiniz şeyler söylersiniz. Hiç birine anlam veremezsiniz ama o his sizi yavaşça kemirir. Ben de kemiriliyordum. Bir şeylerin beni izlediğini hissediyordum. Yemek yerken, tuvalette kendimi tatmin ederken, hatta sadece nefes alırken bile, bir şeyler beni izliyordu. Çölde yediğim kumları kustuktan sonra başladı bu ve aradan birkaç hafta geçmesine rağmen beni terk etmedi. O gün kendimi biraz toparladıktan sonra kumları ellerimle toplayarak denize atmıştım. Bu olay yaşanmamış gibi davranmak istiyordum ama bahsettiğim izlenme duygusu buna izin vermiyordu. Bununla birlikte sevgili güçsüzler ordusu da beni yalnız bırakmıyordu. Bendeki değişikliği ilk o lise öğrencisi çocuk fark etmişti. “Sakalların…” demişti, “Hep düzenli tıraş oluyordun, uzatmaya mı karar verdin, yoksa sadece umursamıyor musun?”. Cevap vermeyince konuşmaya devam etmişti; sonuçta onlar benim konuşmamama alışkınlardı. “Çok zayıflamışsın, yüzün de fazlasıyla soluk görünüyor. Bir doktora görünmelisin.”
“Bana ne yapacağımı söyleme.” dedim yavaşça.
“Efendim?”
“Bana ne yapacağımı söyleme. Senin de onlardan farkın yok. Yeter artık, hiçbirinize tahammül edemiyorum, hiçbirinize!” Masaya bir tekme savurdum. Çocuk ne olduğunu anlamamıştı. Kucağında tuttuğu çantasına sıkıca sarılıp geri çekildi. Arkamı döndüm ve hızlı adımlarla tekneme yürüdüm. Halatı çözüp tekneye bindim. Dümene geçtim, motoru çalıştırdım. Kararlıydım. Kendimi denizin ortasına atacaktım. Uzaklara, çok uzaklara. Maviden başka hiçbir şey göremeyene kadar gidecektim ve sonra… Sonra orda ölüp gidecektim. Kendimi intiharcı lemmingler gibi hissediyordum. Göç sırasında onları durdurmaya çalışan her engeli görmemezlikten gelip yollarına devam eden o kemirgenler. Engelleri aşmaya çalışırken sürünün yarısından fazlası ölürdü. Ama onların bu kararlılığının altında büyük bir çaresizliğin yattığını düşünmüşümdür. Tıpkı benimki gibi… Gidecektim işte. Gidiyordum! Bir şey düşünmeme gerek kalmayacaktı. Beni izlemeleri umurumda değildi. Rüyamda yediğim kumları gerçek hayata kusmuş olmam da bir şeyi değiştirmezdi. Ben gidiyordum işte, maviliklerin içine dalıyordum, ölmek için. Açlıktan öldürecektim kendimi. Teknede yiyecek olan her ne varsa tek tek denize fırlattım. Kendimi sunuyordum dünyaya. Herkes bir parça götürdü benden, kalanı da ona sunuyordum. Buradayım işte, tam da burada! İstediğim uzaklıktayım. Denizin ve göğün birleştiği ince çizgiden başka izleyecek farklı hiçbir şeyim yoktu. Bu, huzurdu. Kaptan köşkünden çıktım ve kendimi teknenin ortasına attım. Öğlen güneşi tepemde, çıplak tenimi kavuruyor yavaşça. “Demek ki” diyorum, “Evren etini çok pişmiş seviyor. Ben yanana kadar beni yemeyecek. Öyle olsun, sevdiğin ne ise, onu yap. Yapamadığım her şeyi sen yap evren. Koynunda yatan orospu çocuklarının hepsinin etini kızart, sonra onlara yeni deriler ver. Yandıkça yansınlar. Yandıkça yansınlar…” Kendimi tam anlamıyla kaybetmemiştim, ama kaybetmek üzereydim. Denizin ortasında ölümü bekliyordum. Yıllardır aradığım şeyin bu olduğunu anladım sonra, ben böyle hazırlıklı bir şekilde ölümü beklemek istiyordum. Ve bulmuştum. Şimdi de benden huzurlusu yoktu…
Teknenin kenarlarına bir şeylerin çarptığını duydum, ama oralı olmadım. Duyduğum hafif tıkırtı büyük bir gürültüye dönüşmüştü. Yine neler oluyordu?
Uzandığım yerden doğruldum. Sesin geldiği tarafa doğru ilerledim. Denizin içinden, ne olduğunu anlayamadığım bir şeyler, tekneye çıkmak istiyordu. Büyük bir çamur yığını gibi görünüyordu ama bir anatomisi olduğu kesindi. Bunun ne olduğunu anlamaya çalışmadım. Çünkü bu gelmeye çalışan yaratığın, bir zaman önce denize döktüğüm kumlardan doğmuş olduğunu biliyordum. Ne yapmaya çalıştığını veya ne istediğini bilmiyordum belki ama benim gibi ölüme hazırlanmış bir adam için bunlar çok da fazla anlam ifade etmiyordu. Endişe edeceğim sadece canım vardı ve ben bundan çoktan vazgeçmiştim.
Yaratık pençelerini teknenin gövdesine vuruyor ve büyük bir çığlık atıp tekrar suya gömülüyordu. Bu işlemi onlarca kez tekrarladı ama çıkmayı bir türlü başaramadı. Vurduğu yerlerde pençesinin izi çıkıyordu, üç uzun parmağı vardı. Narin görünüyordu ama oldukça kuvvetliydiler. Yaratığın çığlıkları biraz sonra benim algılayabileceğim bir hal almıştı. Ona yardım etmemi söylüyordu. Ne yapacağımdan ve yapacaklarımın ne gibi bir sonuç doğuracağından emin değildim ama bu yaratığa garip bir şekilde acıyordum ve ona yardım etmek istiyordum. Teknedeki büyük ağlardan birini aldım ve yaratığın üstüne attım. Yaratık pençeleriyle yakaladı ağı. Ben çekmeye başlar başlamaz ağın parçalandığını gördüm. “Pençeleri çok keskin…” diye geçirdim içimden. Bir kez daha denedim. Bu sefer ağı ağzıyla yakaladı ve çırpınmayı bıraktı. Onu kolaylıkla yukarı çektim. Düşündüğümden çok daha hafifti. Tekneye çıkardıktan sonra ağı üstünden çekip aldım. O da cilalı tahtaların üzerinde cenin şeklinde uzanmış, nefes almaya çalışıyordu. Sonra ne yapacağıma karar verdim; ona yardım edecektim. O benim çocuğum sayılırdı. Sonuçta, bir zaman önce, onu ağzımdan doğurmuştum.
Birkaç dakika içinde yaratığın çamurdan vücudunun kurumaya başladığını gördüm. Yaratık kurudukça, altında başka bir beden ortaya çıkıyordu. Kuruyan çamur onun tam olarak göremediğim derisini acıtıyor olmalıydı, çıkardığı seslere neden olan kesinlikle acı duygusuydu. Alttaki beden acı çekiyordu. Yaratığın yanına çöktüm ve kurumuş çamurları ellerimle diğer bedenden ayırmaya başladım. Çekip koparttığım her parçayla uyumlu olarak derin çığlıklar atıyordu, ama daha az titriyordu. Yaptığım şeye devam ettim. Bir saat, iki saat… Çamurlar tamamen temizlendikten sonra ortaya çıkan yeni beden, sonsuz güzellikteydi. Uyuyordu… Çırılçıplaktı ama uzun ve platin sarısı saçları, normal bir insanın iki katı uzunluktaki bedenini kapatıyordu. Gördüğüm kâbusu ve çektiğim acıları düşündükten sonra, böyle kusursuz güzellikte bir dişinin ortaya çıkacağını tahmin dahi edemezdim. Gözlerini açtı yavaşça, suratımı onunkine yaklaştırdım hemen. “Kan… Beni… Yıkaman gerekiyor…” Tekrar kapattı gözlerini ve balık gibi ağzını açıp kapayarak nefes almaya çalışmayı sürdürdü. Onu yıkamam gerekiyordu, kanla, kanımla. Cebimden küçük çakımı çıkardım ve kolumun üstüne bir çizik attım hiç düşünmeden. Derin kesikten oluk oluk kan akıyordu. Kanımın onun yüzüne akması için uğraşıyordum ve bunu yaparken zorlanmıyordum. İlk damla yüzüne düşer düşmez derin bir nefes alarak gözlerini açtı. “Daha fazla…” diye tıslıyordu. Kolumu ağzına götürdüm. Dişerini koluma geçirdi ve emmeye başladı. Her yudumda biraz daha canlanıyordu. Biraz sonra ağzını kolumdan çekti. Kolum hala kanıyordu, kemerimi çıkarıp koluma sıkıca sardım. Ölmemek için yaptığım bu eylemi düşünüyordum. Ve iki üç saat önce yaptığım intihar girişimimi. İstemsizce güldüm. Dişi yaratık suratıma bakıyordu. Vücudu saydam gibiydi, su gibiydi… Dalgalanıp duruyordu, kesin bir şekil almaya çalışıyordu. Onun bu değişim-dönüşüm aşamasını sessizlikle izliyordum. Ellerini yukarı kaldırıyor, tekrar aşağı indiriyor. Saçları rüzgârın etkisiyle savrulup duruyor. Bu koca yaratığın ne olduğunu ve ne için geldiğini merak ediyordum. Dalgalanması bittikten sonra biraz bekledim. Vücudu şimdi bir insanın vücuduna dönüşmüştü. Ama kesinlikle daha asil, daha kusursuz… Bütün gücümü toplayarak ağzımı açtım:
“Nesin sen? ”
Ben konuştukça yaratık sarsılıyordu. Sesimin tınısının onun muazzam derisini yaktığını görüyordum. Onu incitmek istemiyordum. Ama onunla nasıl iletişime geçebileceğimi de bilmiyordum. Sonra içimde bir tıslama yükseldi, rüyamda duyduğum tıslamanın daha tiz bir tonuydu. Tıslama beynime “İçinden geleni dinle.” olarak iletiliyordu. Hayatım boyunca gerçekten konuşabildiğim kimse yoktu ve bu zamanla içime dönmeme sebep oldu. Kendimle konuşurdum işte. Bir olay karşısında gösterilebilecek bütün tepkileri içimdeki farklı sesler bana söylüyordu ve ben de aralarından en iyisini seçip dışarı yansıtıyordum. Ama o seslerin benim olduğunu biliyordum. Şimdiyse bu tıslama… Çok daha farklı. Nasıl anlatabileceğimi bilmiyorum ama içimdeki bu bana ait olmayan ses beni dehşete düşürüyordu. Bu vücutta tek başıma olmadığımı hissettiriyordu. Bu da en son isteyeceğim şeylerden biriydi. Ama yapabileceğim bir şey yok gibiydi. İçimden geleni dinlememi söylüyordu ses! İçimden bu yaratık gelmişti. Bu yaratık da kafamın içinden benimle temasa geçiyordu. Yani her durumda da, içimden geleni dinleyecektim.
“Fazla düşünme. Geri dön ve yapmak istediğini yap.” Yapmak istediğim ne diye düşündüm. Hah! Benim yapmak istediğim, ölmeden önce bütün o geri zekâlıları da peşimden götürmek!
“Sana engel olan bir şey var mı?”
Hayır, yoktu. Beni yiyip bitiren şeyi de benimle beraber götürmeliydim. Savaştan mağlup olarak çıkmak yerine, bütün savaşçıları çıkamayacakları bir bataklığa saplamak, ölümün ortasına bırakmak fikri sarmıştı beni. Bu düşünce bile beni zevkten titretmişti. Hadi o zaman, geri dönüyoruz!
Dönüş yolundayken toplu cinayetin planlarını kuruyordum kafamda. Bana sürekli gelen on kişiden en çok nefret ettiklerimi düşündüm. Sevgilileriyle kafayı bozmuş çırpı bacaklı kız, annesiyle sevişen şu salak memur, kardeşini sevmeyen gerzek oğlan, zihinsel engelli oğlunu bodruma zincirleyen baba ve liseli genç çocuk. Ondan nefret etmemin sebebi, ilerde benim gibi olmak istemesiydi. Ben öldükten sonra arkamda benim gibi yaşayan herhangi birini istemiyordum. Belki binlercesi var böyle ama, o çocuk olmamalıydı ve olmayacaktı. Tanrı onları benden korusundu.
Kıyıya yaklaşırken, hepsinin beni ayakta bekliyor olduğunu gördüm. Şaşırmıştım, onları tek tek haklayacağımı planlamıştım ama şimdi hepsi beni bekliyordu, tam orada… Daha önce hiçbiri birbiriyle karşılaşmamıştı. Yaratığa döndüm, bana gülümsüyordu. Demek ki bunu sağlayan oydu, işimi kolaylaştırıyordu… Limana yanaştığımda hepsi merak ve endişeyle bana bakıyordu. Tekneden indim ve yanlarına gittim. Biraz konuştuktan sonra anladım ki, hepsi –ne gariptir ki- bir anda beni görmek için içlerinde inanılmaz bir istek duymuş. Ah yaratığım, çocuğum, sevgilim… Onlara bu isteği aksettirdiği için var olsun!
“Belki biraz denize açılmak hepimize iyi gelir.” dedim. Sevinçle atıldı kız: “Ne yani, bizi teknene mi davet ediyorsun?”
“Evet, İstemez misiniz?”
Hiç düşünmeden teker teker tekneme bindiler. Dümenin başına geçip motoru çalıştırdığımda kıs kıs gülüyordum. Yaratığım hala olduğu yerde uzanıyordu. Onların hiçbiri görmüyordu onu. Aralarında sohbete başlamışlardı. Ben, sonsuz bir huzurla sürüyordum tekneyi. Bu son sürüşümdü. Bu dümene son dokunuşumdu. İçime çektiğim deniz kokusu da sondu. Kulağıma dolan martı çığlıkları da son duyacağım seslerden biriydi… İyice uzaklaştıktan sonra demir attım. Herkesin keyfi iyiydi. Baba bir sigara çıkarmış denizi izlerken umarsızca tüttürüyordu. Kız aynasını çıkarmış, makyajını tazeliyordu. Memur ve gerzek oğlan da birbiriyle sohbet ediyordu. Genç çocuk ise beni izliyordu. Akıllarından ne geçtiği umurumda değildi. Beni canlı canlı yiyen bu insanlara bakıyordum. Uzun uzun baktım. Fazla düşünmüyordum, yaratığımın söylediği gibi. Kaptan köşküne gittim ve çocuğu yanıma çağırdım. Memnuniyetle geldi yanıma. “Birazdan olacakları izlemeni istiyorum. Sonuna kadar izle. Benim ne olduğumu gör. Şansın varsa, benim gibi olmazsın.”
Çocuğun bileklerinden yakaladım ve onu dümene kelepçeledim. “Ne yapıyorsun?” dedi şaşkınlıkla. Raflardan birinin üstündeki bıçağımı aldım ve ordan çıkıp kapıyı kapattım.. Camın arkasındaki çocuğa el salladım: “İntikamımı alıyorum, çocuğumu besliyorum, sevgilimi yaşatıyorum.” Güçsüzler ordusunun tam ortasına yürüdüm. Anlamsız gözlerle beni izliyorlardı. Kızın yanına doğru gittim ve suratına sert bir tokat indirdim. Saçlarından tuttum ve kusursuz yaratığımın yüzüne doğru yaklaştırdım onun yüzünü. “Acına son vermek istiyorum. Acına son vereceğim. Nefes almana yardım edeceğim.” Kızın gırtlağını kesip yaratığıma, onun ihtiyacı olan kan banyosunu yaptırmalıydım. Bıçağı sert bir hamleyle kızın gırtlağına sapladım. Saplanan bıçak boynun içinde zorlukla hareket ediyordu. Kızın kafasını gövdesinden tam olarak ayıramamıştım ama yaratığımın ihtiyacı olan kanın bir bölümünü temin etmiştim. Bir elim hala saçlarındaydı ve boynundan fışkıran kanları yerde uzanan yaratığıma doğru tutuyordum. Her damlayla biraz daha büyüyor gibiydi. Onun bundan aldığı zevki ben de alıyordum. Ben onu buraya doğurmuştum, istediğimi almam için bana yardım ediyordu, çünkü ben de ona etmiştim. Şimdiyse kendimi ona adamıştım. Onun var olmasının bedeli ne olursa olsun fark etmezdi. Memura doğru ilerledim. Onun penisini kesmek ve ağzına sokmak istiyordum. Evet! Hepsini paramparça edecektim. Hepsi geberecekti. Hepsi hepsi hepsi… Biz yaratığımla birbirimizi anlıyorduk. Acaba gelişimini tamamladıktan sonra onunla neler yapacağız? Ben onun canını yakmadan, o benim canımı yakmadan, birbirimizle iletişime geçebilecek miyiz? Umut vardı içimde, sahip olmak istediğim bir şey vardı ve ben şu an bunun için çabalıyordum. Adımlarımı memura doğru yönelttim. Ona ilerlediğimi görünce arkasını döndü. Denize atlamaya çalışıyordu. Ensesinden tuttum ve bıçağı tutan elimi ona saplamak üzere büyük bir nefretle kaldırdım. Sonra…
Sonra bir silah sesi duydum. Kulaklarımı çınlatacak düzeyde yüksek bir ses. Göğsüm acıyordu. Memuru bıraktım, onu bırakmamla kendisini korkuyla denize attı. Onu umursamıyordum artık. Daha çok kendi acımla ilgileniyordum. Elimi göğsüme götürdüm. Küçük bir delik vardı. Delikten koyu kırmızı kanım akıyordu. Etrafıma bakınmaya başladım. Sol tarafa döndüğümde salak ordusundaki en iri adam olan babanın elindeki silahı gördüm. Korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Dümene kelepçelediğim çocuğun çığlıkları yankılanıyordu bu boşlukta. Başım dönüyordu, daha fazla dayanamayacaktım. Yere, yaratığımın üzerine serildim. Gözleri gözlerimdeydi. Nefesi nefesimde. Ben ölürken göğsümden onun üzerine akan kanın onu hayata bağlayacağını düşündüm. Ben giderken onu yaşatacaktım. İstediğimi almıştım işte. Ama… Hayır. O benden fazla acı çekiyordu. Göz kapaklarım gittikçe daha yavaş açılıp kapanıyordu. Altımdaki beden de yavaşlayan nefesimle beraber küçülüyordu. O zaman anladım, ben olmazsam, o da olmazdı. Ben ölürsem, o da eriyip bitecekti. İçimden onunla konuşmaya başladım. “Her şeyi mahvettim. İstediğimizi elde edemedik. Eriyoruz… Sana karışmama izin ver. Sana karışmam izin ver. Sana karışmama izin ver…” Gözlerimi kapattım ve ölümün beni almasına izin verdim. Ortaokuldaki biyoloji dersini düşünüyordum. Hücreyi, hücre zarını, sitoplazmayı… Ölüm zarından geçebilecek miydim? Yoksa aşık olduğum yaratığım gibi arada bir yerlerde kalıp oradan oraya sürüklenecek miydim? Bir önemi yoktu. Son nefes alışlarımın tadını çıkarmaya çalışıyordum. Gözlerim onun gözlerinde, nefesim onun nefesinde…
Ceren Keleş
Yorumlar
0 yorumlar