ÖLÜ OTU
Üzerinde şirin bir dinozor figürü olan plastik sarı jetonu çeviriyordu sağ elinin işaret ve orta parmakları arasında. Son iki aydır yapmaya başladığı bu meslek, kendisini küçük biriymiş gibi hissetmesine neden oluyordu. Sabah sekizden akşam altıya kadar yaptığı tek şey, lunaparkın gişesinde oturup gelen birkaç çocuğa jeton satmaktı. Yazın bu sıcak günlerinde oturmuş olduğu beyaz kulübe, eriyip üzerine yapışacakmış hissi veriyordu ona. Kendi kendine söylenerek jetonu, yarısı çözülmüş olan bulmacanın üzerine fırlattı. Jeton sekti ve camdan dışarı fırladı. “Siktir.” diyerek ayağa kalktı ve kafasını camdan dışarı çıkardı. Jeton yuvarlandı ve atlıkarıncanın önünde hareketsiz duran çocuğun ayaklarının dibinde durdu.
“Hey küçük, baksana!” dedi Arel. İnce şortu terden bacaklarına yapışmıştı. Ensesinde toplanmış siyah, kıvırcık saçları tenini acıtıyordu. Çocuk herhangi bir tepki vermediğindeyse kalın dudakları gerildi ve “Küçük, sana diyorum!” dedi tekrar. Söylenerek çıktı kulübeden, çocuğun yanına gitti ve eğilerek jetonu aldı. Çocuğun arkası dönüktü. “Bu sıcakta neden bu kazağı giyiniyor acaba?” diye geçirdi içinden adam. O sırada çocuk yüzünü döndü. Yeşil renkli kazağının yuvarlak yakasını tutup aşağı doğru çekti. Boynunda kırmızı döküntüler ve kabarıklıklar vardı. “Çünkü çıkaramıyorum.” dedi genç adama. Sonra yine arkasını döndü ve atlı karıncanın soluk renkli atlarını izlemeye devam etti. Genç adam ne yapacağını şaşırmıştı. İçinden geçirdiği şeye mi cevap vermişti bu çocuk? Bu nasıl mümkün olabilirdi ki?
“Sıcaktan…” diye düşündü. “Sanırım bunu sesli söyledim farkında olmayarak. Olur böyle şeyler.” diyerek kendisini ikna etmeye çalıştı. Bunu başarmasına rağmen çocuğa kazağı çıkarması konusunda yardımcı olmak istememişti. Ondan hiç hoşlanmamıştı. Her çocukta az ya da çok olduğuna inandığı masumiyet parıltısından onda ufak bir parça bile görememişti. Tedirgin bir şekilde kulübesine geri döndü. Camdan baktığında çocuk ortalıkta görünmüyordu.
Saat altıya geliyordu. Hava hala çok sıcaktı. Arel, yavaşça toparlandı ve kulübeyi kilitleyip çıktı. Yaşlı güvenlik görevlisiyle biraz lafladıktan sonra eve doğru yola koyuldu. Normalde bindiği otobüse tıkılmak istemiyordu canı bugün hiç. Yürümek istiyordu. Aklında o çocuk vardı. İri, siyah gözlü çocuk. Onu ve beyaz, hastalıklı gibi görünen tenini düşünüyordu. Sıcaktan döküntüler oluşmuş tombul boynunu. Biraz vicdan azabı çekiyordu aslında, ama bunu daha fazla düşünmek de istemiyordu. Şimdi evini düşünmeliydi. Sadık fahişesi bugün gelecekti. Bunu hatırladıktan sonra rahatladı. Seks ve alkol, onun, gördüğü her şeyi olduğundan daha iyi göstermesi için kullandığı basit ve en etkili yöntemiydi.
***
Ertesi sabah gelmeyen fahişenin yarattığı hayal kırıklığı ve fazla alkolün neden olduğu baş ağrısıyla uğraşmak zorundaydı. Her zamankinden daha zor bir sabahtı bu sabah. İki odalı, az eşyalı bu küçük evden nefret ediyordu. İki yıldır ailesinden ayrı yaşıyordu ama son birkaç aydır yanlış yaptığı fikrine kapılıyordu. O sıkıcı işe girdiğinden beri…Oysa eski işi kendisini önemli ve gerekli biriymiş gibi hissetmesini sağlıyordu. Tüm gün çalıştığı şehir kütüphanesinde aradığı kitabı bulmaya çalışan insanlara yardım ediyor, kitaplar arasındaki düzeni sağlıyordu. Aldığı para da onu en azından yaşatıyordu. Para konusunda hiçbir zaman aç gözlü olmamıştı. Hayattan fazla beklentisi yoktu, kafası biraz uçsun, yeterdi. Ama şimdi acele etmek ve işe yetişmek zorundaydı. O sıkıcı işine…
Tam saatinde kulübesinin içindeydi. Radyosunun düğmesini çevirdi ve her zaman dinlediği radyo kanalını buldu. Sans Seraph, It matters to me çalıyordu. Belki bu onu biraz iyi hissettirebilirdi. Gözlerini kapattı ve o yumuşak sesin içinde kaybolup gitti. Yüzünü avuçlarının arasına almıştı. Gerçekten de, biraz rahatlamıştı. Şarkının sonlarına doğru eşlik etmeye bile başlamıştı hatta. Şarkı bitince, kulaklarındaki o hoş tını kaybolmasın diye radyosunu kapattı ve dışarıyı izlemeye başladı. Gözü atlıkarıncaya takıldı. Çok büyük değildi, ama kesinlikle bir görkemi vardı. Soluk renkli dokuz unicorn. Üçü pembe, dördü mavi, ikisi kirli beyaz. Üzerlerindeyse altın renkte pullar, yaldızlar… Kimisi kızgın gibi bakıyor, kimisi çıldırmış. Ama hepsinin üzerinde yoğun bir keder vardı. “Keder…” dedi yavaşça. Daha yeni fark ediyordu. Bu lunaparkta keder başroldeydi, dram, acı. Nedenini anlamıyordu, ama bir an için bütün bu eski ve paslanmaya yüz tutmuş oyuncakların yıllardır ağladığını düşündü. “Karanlık bastığında bütün bu demir yığını yumuşuyor ve dalgalanıyor. Sabahın ilk ışıkları onlara dokunduğundaysa eski sertliklerine kavuşuyorlar. Ama bir öncekinden çok daha saldırgan oluyorlar…”
Daldığı düşüncelerden aniden sıyrıldı. Bunun sebebi şimdi o atlıkarıncanın arasında dolaşıyor, atları okşuyor ve onlara bir şeyler fısıldıyordu. Bu, o yeşil kazaklı çocuktu.
Arel sol bileğini kaşımaya başladı. Stresli olduğunda yapardı bunu, ya da korktuğunda…Oraya gitmeliydi, gitmeli ve o çocuğu uyarmalıydı. Ama bunu hiç yapmak istemiyordu. Bu, çocuğun mülkiyet hakkına tecavüzdü. “Saçmalamayı kes artık.” diyerek çıkıştı kendine ve kulübeden çıktı. Çocuğun yanına gitti ve “Çok sevdin sanırım atlıkarıncayı. İki gündür yanından ayrılmıyorsun.” dedi. Çocuğun eli pembe atlardan birinin kuyruğundaydı. Adama bakıyordu ama karşılık vermedi. Atın kuyruğunu okşama devam edince “Paran var mı? Ya da boş ver, eğer istersen senin için bunu çalıştırabilirim. İster misin?” diye sordu adam. Karşılığını yine sessizlikle veren çocuğun suratı ifadesizdi. Bu kayıtsızlığa öfkelenen Arel , “Bana bak, annen falan yok mu senin? Ya da baban ya da… Herhangi biri işte. Burada böyle başıboş dolaşamazsın. Yoksa…”
“Yoksa ne?” dedi çocuk adamın sözünü keserek.
“Yoksa başına kötü şeyler gelebilir.”
“Ben sadece eğlenmek isteyen küçük bir çocuğum. Bana kim, neden zarar vermek istesin ki? Başıma kötü ne gelebilir ki?
“Bu sorunun yüzlerce cevabı var çocuk, emin ol.”
“Öyle mi?” dedi alaycı bir gülümsemeyle. Çocuk, yukarı doğru kalkan üst dudağıyla küçümsüyordu resmen onu. Bu ne cüretti? Ama Arel, nedense çocuğa boyun eğmesi gerektiğini düşünüyordu. Nasıl ve ne zaman çocukla bu konuma geldiğini kestiremiyordu. Savaşan iki atlı gibilerdi. Konuyu değiştirmek ve düşmanın atağını yavaşlatmak umuduyla “Neden hala bu sıcakta o kazak üzerinde?” diye sordu. Cümlesi biter bitmez bunu sorduğuna pişman oldu. İyi bir sıçrayış olmamıştı bu. Paniklemişti ve dağıtması gereken kötü havanın yoğunlaşıp yağmura dönüşmesine neden olacak bir harekette bulunmuştu. Yağacak yağmurun bulutları, korkusundan oluşuyordu. Çocuğun vereceği cevapla bulutlar başında toplanacak ve onu aşındırıp yok edecek şiddette yağmaya başlayacaktı. Arel, sol bileğini daha sert kaşımaya başlamıştı.
“Sıcağı sevdiğime karar verdim. Ateşi…Eğer içinden çıkamıyorsan, onu sahiplenmek ve sevmekten başka elden ne gelir ki?” dedi ve kazağını tutup yavaşça yukarı kaldırdı. Çocuk ona gövdesini gösteriyordu. Hala yanmakta olan bir kömür parçası gibi görünen gövdesini…Alevler vücudundaki yarıklardan yere düşüyordu. O kadar nadirdiler ki, beton zemine değer değmez külleşip havaya karışıyorlardı. “Bak, ateşi buna rağmen seviyorum “ dedi. Sesi kalınlaşmıştı, boğazlanan bir hayvan gibi çıkıyordu .Daha sonra alevler yavaşça küçüldü. Kora dönüşmüş bedeni ise yavaşça söndü ve arta kalan şeyler görünmeye başladı. Kahverengiye dönmüş etleri sarkıyordu. Çocuk kazağını tamamen çıkardı. Çıkarırken kazağa yapışmış olan ıslak ve kaygan deri parçaları Arel’in bayılmadan önce gördüğü son şeyler olmuştu.
Güvenlik görevlisi Arel’i yerde baygın bulduğunda, adamın renginin ne kadar soluk olduğunu fark etti. Sol bileğinde derin tırnak izleri vardı. “Ne oldu böyle?” dedi ve yere eğilip genç adamı sarsmaya başladı. Çok geçmeden kendine gelen Arel “Muz gibi. Ah…Kendisini muz gibi soydu. Anlıyor musun? Ne gülünç bir şey bu.” dedi. Çıldırmış gibiydi. Yaşlı adamın soru sormasına fırsat vermeden ayaklandı ve lunaparkın çıkışına doğru koştu. O sahne gözlerinin önünden gitmiyordu. Neydi bu böyle? Nasıl bir yaratıktı? Var olma amacı neydi? Hepsinden önemlisi, o gerçekten var mıydı?
Eve nasıl geldiğini anlamayan Arel’in yaptığı ilk iş mutfaktaki içki dolabından bir şişe viski kapmak oldu. Şişeyi hızlıca açtı ve tek seferde şişenin yarısını dikti. Sek viski gırtlağından midesine inerken “Ateş gibi… Kor ateşi yutmak gibi…” gibi dedi o boğuk ses. Ağlamaya başladı. İçkinin kalanını da kısa bir sürede bitirdi. Kontrolü iyice kaybettiğinin farkına varıyordu. Şişeyi duvara fırlattı. Odasındaki çift kişilik kirli çarşaflı yatağa ulaşmaya çalışırken, ayaklarının altına iri cam kırıkları batıyordu. Ama en son hissedeceği şeydi bunların acısı. Şimdi aklında hala o çocuğun durduk yere alev alan vücudu vardı. Çocuğun bu ateşe olan alışkanlığının verdiği dinginlik. Kazakla beraber vücudundan ayrılan et kalıntıları. Ah o çocuk…Yatağa uzandı, gözlerini kapatmadan önce yine “Muz gibi, tıpkı muz gibi…” diye sayıklıyordu. Çok geçmeden derin ve uzun bir uykuya daldı.
***
“Bu ev…Bekliyorum, neyin geleceğine dair en ufak bir fikrim yok. Sorsalar, adımı dahi söyleyemem şimdi. Yıkılıyorum, her geçen saniye biraz daha. Enkaza dönüşüyorum gittikçe. Ama bu yıkım çok başka. Gökyüzüne doğru yıkılıyorum ben. Enkazım gökyüzünde birikiyor. Toz toprak parçaları…Yığınım her geçen saniye daha canlı. Her geçen saniye aleyhime. O çocuk…O çocuk…Kazağının yeşilini düşününce nefes alamıyorum.
Saniyelik geberiyorum.
Saniyelik diriliyorum.
Saniyelik mezarım oluyor bu ev bana.
Hamamböcekleri…Labirentimsi eklemleri. Parlak ve sert derileri. Etrafı yoklayan antenleri. Kaç tanesini üzerimde ezdim, hatırlamıyorum. Eğlence olsun diye yaktım kimisini çakmağımla. Ha ha!
Lanet piç.
Her gece seni görmek zorunda mıyım? Seni hissettiğime o kadar inandıktan sonra bir toz bulutu gibi yok oluşuna tanık olmak zorunda mıyım?
Avucumun içinde oluyorsun.
Sana dokunuyorum.
Kazağını tutuyorum.
Ama ellerimin arasında paramparça oluyorsun. Bu bizim savaşımız. Seni yok etmeden ben yaşayamam. Sen ve evin, lunapark…Sen ve koruyucuların, o salak atlar…
Seni gördüğüm gibi onları da her gece görüyorum. Hatta gündüz bile. Her seferinde biraz daha yaklaşıyorlar. Onlar bana dokunmadan uyanmam lazım. Atlar gelmeden uyanmam lazım. Uyanmak için de senin ölmen lazım. Anlıyor musun? Uyanmam lazım!”
O olay ve sonrasındaki birkaç hafta Arel için tamamen bilinçsiz geçti. Çalan telefonlara veya kapı zillerine cevap vermiyor, ısrarcı olanları ise birkaç savruk cümleyle geçiştiriyordu. Ağır bir kusmuk kokusunun yükseldiği evde sürekli konuşuyor ve bunun bir savaş olduğunu hatırlatıyordu kendine. Şimdi yatağında uzanıyordu. Bir şeyler yapması gerekiyordu. Bir adım atmalı. Gerisi elbet gelecekti.
O an buna karar verdi, harekete geçecekti.
Atacağı adımın nasıl olacağını düşünmesine şimdilik gerek yoktu. O parka gittiğinde kafasında şimşekler çakardı ne de olsa. Plansızlığın verdiği güvensizlikle kalktı ve giyinmeye başladı. Sabahın dördüydü. “Zaman bu sefer lehime.” dedi.
Evden çıktı ve yarım saatlik bir yürüyüşün ardından turuncuya kaçan kırmızı parmaklıklarla çevrili lunaparkın önüne gelmişti. “İçeri girmeliyim. Güneş doğana kadar her şey. Sonra her şey bitecek.”
Ne bitecekti? Tam olarak neye başlamıştı ki? Ne umarak gelmişti buraya?
Vücudu beyninden bağımsız hareket ediyordu. Konuşması kendine o kadar yabancı geliyordu ki… İçeriye girmenin tehlikesiz ve mantıklı bir yolunu düşünürken “Arkadan girmeliyim, duvardan atlayıp salıncakların olduğu bölüme düşerim. Görüneceğimi sanmam.” dedi. Tam arkasını dönmüşken ince bir ses yükseldi karanlıkta. “Neden kendi kendine konuşuyorsun?” Arel etrafına bakındı. Ses, o çocuğa aitti. Parmaklıkların diğer tarafındaydı.
“Sen…” diyebildi Arel. Ağzında duygu yoksunluğunun yavan tadı vardı. Sesi kendisine cesaret vermişti. Parmaklıklara iyice yaklaşarak bağırdı
“ Hemen buraya gel!” Savaş başlamıştı işte. Kendisini şaşırtıyordu Arel.
“Ya, öyle mi? Bunu gerçekten istiyor musun?” dedi çocuk. Sesi yine kalınlaşmaya başlamıştı.
“Evet hemen!”
“Yoksa…”
“Yoksa ne piç? Yoksa ne?”
“Ne yaparsın yoksa?” derken, sesi anlaşılamayacak kadar boğuklaşmıştı. Ama bu bile korkutmuyordu artık Arel’i. Görebileceği bütün kabusları yaşamıştı zaten, en azından o, böyle düşünüyordu.
“Bakalım neler yapabileceğim” dedi Arel. Demir kapıya uzandı ve aralıktan çocuğun kolunu tutarak kendisine doğru çekti. Kafası demir kapıya çarpan çocuk korkunç bir kahkaha patlattı. “Durma, elinden geleni yap” dedi adama. Çocuğun tahriklerinden fazlasıyla etkilenen Arel çocuğu parmaklıkların arasından çekip çıkarmak istercesine bir güç sarf ediyordu. Çok geçmeden bunu gerçekleştirdi. Fazla zorlanmadan çocuğu o aralıktan çekip çıkardı ve kollarının arasına aldı. “Hadi bakalım, bok çukuruna dönen evime gidiyoruz” dedi. Çocuk ona direnmiyordu, hatta gülmeye devam ediyordu. Bu nedenledir ki, eve gidiş yolunda karşılaştıkları birkaç kişi onlar garipsemedi, en azından umursamadı. Arel artık tam anlamıyla vücudunun kontrolü altına girmişti. Ruhu bedeninin içindeki bir pinpon topu gibiydi. Köşelere her vurduğunda çınlama sesleri duyuyordu.
Eve girer girmez Arel çocuğu sertçe yere bıraktı. ”Evin haline bak, senin eserin. Doya doya seyret.”
“Buradan daha iğrenç kokan yerler biliyorum.” dedi çocuk.
“Demek öyle? Nereden geliyorsun sen ?”
Çocuk cevap vermedi. Yavaşça yukarı baktı gülümseyerek. Onun sırıtışına dayanamıyordu Arel. Sert bir tokat indirdi çocuğun suratına. Gerileyerek yere düşen çocuğun suratındaki gülümseme silinmişti. Keyif sırası Arel’e geçmişti. “Kazağı çıkarmanın da vakti geldi artık, değil mi?” Düştüğü yerde gerileyerek kaçmaya çalışan çocuğu yakasından tuttu ve sürükleyerek banyoya götürdü. Yerden tutup kaldırdı ve küvetin içine fırlattı. Acıdan inleyen çocuğun üzerine tırnaklarını geçirdi. Kazağı kısmen parçaladı. Bedenin görünen yerlerinde hiçbir izin olmadığını görünce şaşırdı “Neler oluyor?” Düşle gerçeği iyice karıştırdığını düşünüyordu. Hangisi hangisiydi? Çocuğun suratındaki korkuyu gördü. Böyle bir canavar korkabilir miydi? O bir canavar mıydı ki?
Arel kafasını geriye doğru attı ve haykırdı. Kafasının sarmal ayrımlarının ağlarına takılmıştı ve çıkmak imkansız gibiydi. Elini çocuğun gırtlağına götürdü. Büyük bir kuvvetle sıkıyordu. Çocuğun ağzını küvetteki deliğe sıkıştırdı. “Dudakların tıpa olsun bizim için çocuk” dedi. Suyu açtı sonuna kadar. Çocuğun çırpınışları sonuçsuz kalıyordu. Suyun seviyesi gittikçe yükseldi. Elinin altında kaçmaya çalışan çocuk uzun bir süre sonunda hareketsiz kaldı. “Geber orospu çocuğu. Sana irinli yaralar veremediğim için özür dilerim. Ama bu da fena değil, ha?”
Çocuğu öldürmüştü. Bir sonraki adım çocuğu ortadan kaldırmak olmalıydı, ama nasıl?
Cesedi küvetin içinde bırakarak balkona gitti. Bir sigara yaktı. Balkonun korkuluklarında duran saksılara baktı .”Sardunyalarım kurumuş. Ne zamandır sulamıyorum onları?” diye düşündü. Az önce bir çocuk öldürmüştü ve şimdi sardunyalarını düşünüyordu. O farkında değilse bile –şimdilik- beynindeki işçiler onun için merdiven altlarında planlar yapıyordu. Kafasının içinden yabancı bir ses bağırıyordu “Ölü bir çocuk var ve senin sardunyalarının artık saksılara ihtiyacı yok Arel”
Arel sigarasını içtikten sonra mutfaktaki dolabından bir şişe içki alıp banyoya geri döndü. Suyun içindeki şişmiş cesedi izliyordu kapıya yaslanmış bir şekilde. Sarhoş olmanın sırası değildi şimdi, ama kendine karşı koyamayalı uzun zaman oluyordu. Cesedi küvetten çıkardı ve yatağına götürdü. Cesedin üzerinde kalan parçalanmış elbiseleri de tamamen çıkardı. İşte! Onun bütün korkusu, düşmanı, kabuslarının rahmi buradaydı, bütün “çıplaklığıyla” karşısındaydı. “Kim kazandı?” dedi. Yüzünde zafer dolu bir gülümseme belirdi. Şişedeki içki gittikçe azalıyordu. Alkol azaldıkça, o da ,çocuğun teninin aslında ne kadar güzel olduğunu düşünmeye başlıyordu. Üzerine altın tozları dökülmüş gibi…O tozları istiyordu. Eliyle, diliyle dokunmak istiyordu.
Ve bunu yapmamak için ortada hiçbir neden göremiyordu.
Kıyafetlerini çıkarmaya başladı. Bitirdiği yetmişlik viski şişesini bir kenara koydu. Çok fazla içiyordu. Belki de göremediği tek sorunu buydu onun.
Yatağın üzerine çıktı. Yavaşça çocuğun kulağına eğildi. “Seni biraz daha yenmek istiyorum.” diye fısıldadı. İrisi kaybolmuş bembeyaz gözlerle ve kırık bir çeneyle, onu izliyordu sanki ceset. Ellerini ölünün saçlarına geçirdi ve sertleşmiş organına doğru götürdü “Daha önce hiç bu kadar sertleştiğimi hatırlamıyorum. Üstelik bir keresinde iki kadınla aynı anda birlikte oldum. Sen iyi bir düşmansın.” dedi. Çenesi aşağı sarkan cesedi ters çevirdi. “Duruma bir göz atalım. Düşmanım altımda. Ölü ve çırılçıplak, küçücük.” Kendi sesi onu hep tahrik etmişti. Bulunduğu durumu evrene tanıtmayı seviyordu. Sesi, kafasının içinde uyuyan noktaları uyandırıyordu. “Hadi” dedi cesede “Sen eğlenmek isteyen bir çocuktun, fikrini mi değiştirdin yoksa?” Cesedin kalçalarından tuttu ve kendine doğru çekti. Cesedin kasları gevşemiş olmasına rağmen, girerken çok fazla zorlanıyordu. Bu onu zevkten deliye döndürüyordu. Zorlandıkça daha da hızlanıyordu. Çok geçmeden boşaldı, cesedin boynunu kırdığını fark etmeden yatağın kenarına kıvrıldı. Zevk ve mutluluk karışımından oluşan bir kahkaha attı. “İşte seni biraz daha yendim çocuk. Biraz daha…” Hala titriyordu. Biraz sakinleştikten sonra uzandığı yerden kalktı.
Zevkten sarhoştu.
Zaferden sarhoştu.
Viskiden sarhoştu.
“Yatağın üzerindeki tablo var ya, hani şu kırmızı suların içinde yüzen deniz kızlarının olduğu…Onun çerçevesini kendi ellerimle yaptım. Tahtaya testeremle ben şekil verdim. Sahi, nerede benim testerem?”
Evin içinde biraz dolandıktan sonra şans eseri bulduğu testereyle odaya geri döndü. Tekrar yatağın üzerine çıktı ve tekrar cesedin kalçalarına yöneldi. Testereyle cesedi boydan ikiye bölmek istiyordu. Ve tabii bu işleme kalçalardan başlayacaktı. Çocuğun eti hiç zorlanmadan ayrılıyordu birbirinden. Yukarı, biraz daha yukarı. Omuriliği ne yapacaktı? Simetrik kesmesinin bir anlamı yoktu gerçi, ceset iyice küçülsün yeterdi.
Saatler sonunda paramparça ettiği cesedin kemiklerini etlerinden ayırmıştı. Kemikleri yakıp toz haline gelene kadar beklemişti. Bunu yaptıktan sonra da arta kalanları bir kavanozun içine koymuştu. Etleri ve iç organları ise gömmüştü. Saksılara, sardunyalarının olduğu saksılara. Balkonun içi küçük bir tarlaya dönüşmüş gibiydi. Cesetten geriye kalan diğer şeyler ise kanlı çarşaflar, perdeler, elbiseler ve bunun gibi birkaç şeydi. Bunları da deterjan ve sabunla halleden Arel, haftalar sonunda gerçek bir uyku uyuyabilmişti.
***
Arel’in kazandığı zaferin üzerinden iki hafta geçmişti. Bu süre içinde yapılan her şeyi dikkatle tekrar tekrar gerçekleştirdi kafasının içinde. Çocuğu arayıp soran kimsenin olup olmadığını merak ediyordu. Bunun için de lunaparka gitmeye karar verdi. Aslında, o bu sorunun cevabını biliyordu. O yaratığın doğurulamayacağından emindi. Bir soyu olamazdı onun. Ama yine de içini rahatlatmak için bunu yapacaktı. Gitmek istemesinin bir nedeni de atlardı. İçinde onları görmek için inanılmaz bir istek duyuyordu. Gitmeden önce yapması gereken şeyler vardı, bunun farkındaydı. Kendisine biraz çekidüzen vermeliydi. Birbirine girmiş saç ve sakallarını güzelce tıraş ettikten sonra küvete girdi uzun, sıcak bir duş aldı. Yıkandığı suyun rengi griydi.” Ne zamandır yıkanmıyorum?” diye sordu kendi kendine. Temizlenmek ona iyi gelmişti. Banyodan çıkarak giyindi ve yola çıktı. Lunaparkın biraz aşağısında kalan iğde ağaçlarının altından geçerken “Nefes alabiliyorum “ dedi sadece kendisinin duyabileceği bir sesle. Gülümsüyordu. Sırtındaki çantada yeşil kazaklı çocuğa ait olan kemiklerin külleri vardı.
Lunaparkın kapısının önüne geldiğinde, onu yaşlı güvenlik görevlisi karşıladı. Şaşkınlıkla bağırdı “Arel! Seni bir daha göremem sanıyordum. Nerelerdeydin?” Arel cevap vermek için ağzını açtığında yaşlı adam sözünü kesti : “O günden sonra sana ulaşmaya çalıştım ama…Neler oldu? Dur, şuraya geçip öyle konuşalım, böyle ayaküstü olmaz.” parmağıyla parkın içindeki küçük kafeteryayı işaret ediyordu. “Ne geveze adam!” dedi içinden Arel. Dışarıdaki masalardan birine oturdular. ”Seni dinliyorum…” diyerek merakla gözlerinin içine baktı gencin. Arel ne söyleyeceğini bilmiyordu, bir planı yoktu, ama içgüdüleri ona yardım ederdi herhalde. Duygu yüklü olmasına dikkat ederek konuşmaya başladı : “Ben o gün…Yıllar önce kaybettiğim annemi gördüğümü sandım.” bunun kısmen doğru olması yalan söylemesini kolaylaştırıyordu. Annesi yaşıyor olsa bile, onu aslında kaybedeli çok zaman olmuştu. “Sonrasını çok hatırlamıyorum. Şaşkınlık, özlem ve üzüntü ağır geldi sanırım. O günkü havanın da ne kadar bunaltıcı olduğunu hatırladığından eminim. Bunun etkisinden uzun bir süre çıkamadım, o yüzden daha sonra da gelemedim.” dedi.
“Seni uyandırmaya çalıştığımda muzdan falan bahsediyordun, tam olarak ne gördün?”
“Bilinçli değildim. Her şeyi söylemiş olabilirim.” diyerek sırıttı. Yaşlı adam tatmin olmuşa benziyordu.
“Senden birkaç gün sonra yeni birini buldular. Onlara biraz daha beklemeleri için ricada bulundum ama…Bilirsin işte.”
“Bunun için teşekkür ederim ama, onlar kabul etmiş olsalardı bile ben burada daha fazla çalışamazdım.” dedi. Yaşlı adam dudaklarını büzerek bakışlarını yere çevirdi, sonra tekrar söze başladı: “Unutmadan, paranı bana verdiler, bir gün geri gelirsin diye. Yirmi beş günlük maaşın kulübedeki kasanın içinde. Hemen gidip getireyim.” Arel adamı izliyordu. Sonra küçük bir çocuk girdi görüş alanına. Oğlan ona doğru yaklaşıyordu, bir elinde dondurma vardı. Sonra birden koşmaya başladı. Arel kendisine doğru hızla gelen bu çocuğun neden böyle bir şey yaptığına bir anlam verememişti. Daha sonra yavaşça arkasına dönüp baktı. Çocuğun ona değil de, arkasında kollarını açmış ve çömelmiş olan kadına doğru koştuğunu gördü. İnanılmaz bir rahatlama duydu. Sonra, sertleştiğini fark etti. Gözlerini çocuğun pürüzsüz teninden ve kıçından alamıyordu. “Bu…Bu çok iğrenç.” dedi. “Bir şey mi dedin Arel?” deyince irkildi. Yanına gelen yaşlı adamı fark etmemişti.
“Yo, hayır! Teşekkür ederim, her şey için. Ama şimdi gitmem gerekiyor. Daha sonra tekrar gelirim, uzun uzun konuşuruz o zaman. Hoşça kal.” dedi. O konuşurken de adam paraları eline tıkıştırmıştı. “Görüşürüz” diye bağırdı arkasından yaşlı adam.
***
Arel eve geldiğinde külleri hatırladı. Onları orada bir yerlerde savuracaktı, lunaparkta. Küçük bir tören gibi. Ama cenaze değil, kutlama töreni olacaktı bu.
İyi de bunu yapmayı ona unutturan şey neydi? Neden? Ne olmuştu ki?”
Ah tabi, lunaparkta ona koştuğunu sandığı çocuk. Onu neden istemişti? O masum bir bedendi. Bu boyutta nasıl bakabiliyordu?
“Bunu bir kere yaptın zaten. Neden şimdi buna iğrenç diyerek kendini rahatlatmaya çalışıyorsun ki? Ölü bir erkek çocuğunu becerdin sen Arel. Kendinden o kadar geçmiştin ki onun boynunu kırdığını bile fark etmedin. Onun gevşemiş kasları senin işine geldi değil mi? İstediğin gibi hareket ettirebildin onu değil mi? Bunu sevdin, çok sevdin. İnkar etmeye hakkın yok!” İçinde yankılanan bu sesin ,o yaratığın ses tonuna çok benzediğini fark etti.
“O bir çocuk değildi. O benim düşmanımdı, bir yaratıktı ve biz… Savaşıyorduk. Ben…Uyanmalıydım. Onu yendim. Yaptığım sadece buydu. Şimdi iyiyim.”
“Ya, öyle mi?” dedi o ses. Ah, yine o alaycı kıkırdama… “Siktir!” diye bağırdı adam. Sonra çantasını açtı ve içindeki kül dolu kavanozu çıkardı. Balkona gitti. Kavanozun kapağını açtı ve büyük bir kuvvetle külleri savurdu. “Defol git artık defol! Ait olduğun yer her neresi ise oraya geri dön. Geri dön!” olduğu yere çöktü. Yüzünü ellerinin arasına alarak ağlamaya başladı. “Neden? Neden? Neden?” Dakikalar geçtikçe ağlama krizinin şiddeti azalıyordu. Az sonra ağlaması tamamen kesilmişti. Oturduğu yerde balkonun içindeki saksıları izlemeye koyuldu. Toprağın renginin gittikçe koyulaşmaya başladığını fark etti. Sardunyaları içindeyken açık kahveydi, şimdi ise zift gibi siyah olmasına çok az kalmıştı. “Etindeki zehri toprağa akıttın değil mi?”
Dizlerinin üzerinde ilerleyerek büyük dikdörtgen saksıların önünde durdu. İyice eğildi. Koklamak istiyordu onu, ama her hangi bir kokusu yoktu bu saçmalığın. Bu saçmalığı kodlayabileceği hiçbir imge de yoktu. Biraz daha yaklaştı. Koku yoktu ama…Toprağın üzerindekiler neydi öyle? Bunlar patlamaya hazır tomurcuklar mıydı? Evet, aynen öyleydi. Renkleri turuncuydu. Başlarını toprak altından daha yeni yeni çıkarıyorlardı. Arel şaşkınlıkla saksılardaki bütün tomurcukları incelemeye koyuldu. “Ne filizleniyor acaba? Ne kadar süre sonra büyüyecek bu? Ben onu neyle beslemeliyim?”
Evet, ilk iki sorusunu zaman cevaplayacaktı. Ama üçüncüsünün yanıtını kendisi bulmalıydı. Doğruldu ve odasına gitti. Ağır bir yorgunluk vardı üzerinde. Yatağına uzandı sırtüstü. Işıktan rahatsız olmamak için de kollarını başının üstünde birleştirdi. “Hiçbir şey yapmayacağım. Ne haliniz varsa görün yaratık artıkları.” Çok geçmeden uykuya daldı.
Ertesi sabah uyandığında, ilk işi gidip saksıları incelemek oldu. Toprak simsiyahtı. Tomurcuklar bir gecede büyüyüp çiçek haline gelmişti. Çay yapraklarına benzeyen çanağıyla iri çiçekler bezemişti her tarafı. Taç yapraklarının rengi turuncuydu. Siyah olduğu için fazla göze çarpan damar yapısı fazlasıyla karışık görünüyordu.
Arel eğildi ve çiçeklerden birini kopardı. Saniyeler içerisinde titreyerek kurudu yaprak avucunun içinde…Küçülüp, büzülen yaprağın üzerinden buhar çıktı. “Son nefesini verdin elimde.” dedi sırıtarak. Bunlarla dalga geçiyordu. Çünkü fazla olağan dışıydı ve o bunları yaşamaya mecburdu. Bunca şeyin nasıl olup da hayatının bir parçası –hatta merkezi- haline geldiğine inanamıyordu. Nasıl bu kadar çabuk alışmıştı? Sıkıcı ve monoton hayatı bu imkansızlıkları sünger gibi emmişti…Hayal gücünün kotasının dolmasına daha çok var gibiydi. Artık bu savaşa alışmıştı ve atacağı adımları sezgileriyle, aniden veriyordu. Şimdi de aldığı kararlardan birini uygulamaya başlamıştı.
Saksılardaki bütün çiçekleri topladı. Kurumuş çiçekleri gazete kağıdının üzerinde ezmeye başladı. İstediği boyutu elde edince çekmecesinden tütün kağıdını aldı. Büyük bir dikkatle sardı otunu. Çakmağıyla yaktı ve düzgünce sarılmış olan ince tütün kağıdını ağzına götürdü. “Ölü otu.” dedi. Kalın dudaklarıyla kavradığı ottan derin bir nefes daha aldı. Ciğerlerine çektikten sonra biraz bekledi, sonra yavaş yavaş geri üflemeye başladı. Üçüncü nefesten sonra başı dönmeye başlamıştı. Çok geçmeden bir yerlerde birilerinin yüksek sesli bir müzik açtığını duydu. Daha önce duymadığı bu melodi onu çok uzaklara götürüyordu. ”Nereden geliyor bu ses?” dedi, kendi içinde yankılandığından habersiz. ”Ne tatlı bir melodi bu, ah…” Otu bitince bir tane daha sardı.
Sonra bir tane daha.
Sonra bir tane daha.
Sonra bir tane daha.
Her biri bir öncekine göre daha şekilsiz ve kalın olan onlarca ot. Ne demeliydi ki Arel buna? İçtiği neydi? “Zafer otu.” diye fısıldadı. Bu iyiydi işte. Bu adı benimsemişti.
Şimdi sırtüstü uzanmıştı yerde.
“Seni gördüm, yeşil kazağını da… Seni boğdum ve parçaladım. Becerdim ve becerdim…Her seferinde seni biraz daha yendim. Böldüm seni, gömdüm, sardunyalarımın saksılarına. Ve şimdi dudaklarımın arasındasın…Ciğerlerime giriyorsun ve seni geri çıkarıyorum.”
Gülmeye başladı. Deli gibi kahkahalar atıyordu.
Midesi çok fazla bulanıyordu. Sürüne sürüne banyoya doğru ilerledi. Bu büyük bir savaş olmuştu ama artık bitmişti. Onu öldürmüştü, becermişti ve şimdi sarıp içiyordu. Ondan daha güçlüsü var mıydı? “Hahaha! Tabii ki yok!”
Banyonun kapısına tutunarak kalkmaya çalıştı. Ama gördükleri karşısında, zaten denetim altında tutamadığı kasları iyice kendi özgürlüklerini ilan etmişti. “Hayır! Olamaz, İmkansız! Hayır!” diye bağırıyordu, küvetin içindeki yeşil kazaklı çocuğa bakarak. Küvet ağzına kadar su doluydu ve çocuk içinde inanılmaz bir hızla dönüyordu. Bu dönüş esnasında etrafa sıçrayan sıvının derisini yakması sebebiyle su olmadığını anladı Arel.
Dönüş gittikçe yavaşladı, sonunda da durdu. Çocuk küvetin kenarlarını tutarak yavaşça doğruldu. Arel’e doğru yürümeye başladı. Çocuğu gördüğü ilk gün nasılsa, şimdi de öyle karşısında duruyordu çocuk. Islak bile değildi. Ah doğru ya, o sıvı su değildi. Cıvaya benzer bir maddeydi. Çocuğun çıktığı rahimdi.
“Beni yenemedin.” dedi çocuk.
“Ama nasıl…Seni içime çektim. Anlıyor musun? Seni sadece duman haline getirdim ve içime çektim. Sonra geri bıraktım. Sonra tekrar çektim sonra…”
“Biliyorum. Bunun sonu hep böyledir. Birileri beni sürekli öldürür ve ben tekrar geri gelirim. Ve benim geri dönüş yolum, sizin gideceğiniz yolun haritasını belirler. Benim görevim de bu. Bu döngünün başrolü olmak. İşte ironi burada, Arel. Sen beni içine çektin, bıraktın. Ben senin nefesine karıştım. Beni sen doğurdun. Ağzına, diline, gırtlağına, ciğerlerine uğradım. Her geri dönüşümdeyse senden bir parça çaldım. Bu böyle olmalıydı. Kaçtığın ve olması gerektiğini düşünüp yaptığın her şey seni buraya sürükledi. Döngüdeki yerini sen kendin belirledin.”
Arel felç geçirmiş gibiydi. Çocuğun ona yönelik attığı her adımda o geri kaçmak istiyor ama bunu beceremiyordu. Sadece titriyordu. Çocuk ona yaklaştıkça hareketlerinin iyice kısıtlandığını fark etti. Titremeleri bile durmaya başlamıştı. Bağırıp kaçmak istiyordu. Hatta belki özür dilemek. Ama o gittikçe kıpırdayamıyordu.
“Hissediyorsun değil mi? Hareket edemeyişin korkudan değil. Demiştim ya, benim geri geldiğim yol, sizin gideceğiniz yol olur. Sen beni içine çekmeye başladığında kemikleşmeye başladın Arel. O duman senin zehrindi. Tamamını tükettin ve şimdi vücudunda ikinci bir iskelet yapısı oluşacak. Evet Arel, iki iskeletin olacak! Kasların, liflerin, kıkırdakların; aklına gelebilecek her yerin, hızla gelişen ikinci iskeletin için yeni elemanlar olacak. Kısacası Arel, ben doğdum, sen öleceksin. Hoşça kal.” dedi. Çocuğun sözleri biter bitmez, ikinci iskeletin oluşumu da tamamlanmıştı. Adam cansız, soluksuz bir şekilde yere düştü. Kafası çocuğa dönüktü, ama kemikleşen gözleri yüzünden, onun oynayıp zıplayarak gidişini seyredemedi.
Ceren Keleş
Sans Seraph – It Metters To Me
Yorum yazabilmek için oturum açmalısınız.