İlk sayımızda Murat Ertel’i yakalayıp biraz konuştuk 🙂 Müzikten, sanattan, BaBa ZuLa’dan bahsettik.
Merhabalar. Bize biraz kendinizden bahseder misiniz? Murat Ertel kimdir? Onu nerelerden tanıyoruz?
Ben, sanatçı bir ailede doğdum. O yüzden daha gözümü açmadan zaten sanatın içindeydim ve sanatçılarla beraberdim. Bu bana tüm hayatım boyunca çok yardımcı oldu. Çeşitli sanat dallarından insanlarla bir arada olduğum için onlarla güzel bir şekilde oyun gibi çok erken yaşlarda resim, heykel ve müzik yapmaya başladım.
Peki neden müzik. Diğer çok sanat dalında bulamadığınız ama müzikte bulduğunuz şey neydi?
Müzik gerçek anlamda en soyut sanat diyebilirim. Bütün sanatlar oluştukları anın dışında daha değerliler ve müzik bu hayatla en sağlam ilişkiyi kuran, bu teknoloji çağında bile hala özelliğini kaybetmeden olmayı becerebilen sanat dalı ve bence en etkili sanat dalı. Sinema da çok etkili ama bütün sanatları içinde barındıran sinema bile sanatın yapılmasında büyük sahtekârlıklar içeriyor. Siz günlerce çalışıyorsunuz önceden parça parça bir takım şeyler çekiyorsunuz, ardından çektiğiniz şeyi banyo yaptırıp montajlıyorsunuz. O tamamen bir kurgu meselesi bir sonradan yapma meseslesi oluyor. Hiçbir sanat dalı müzik kadar doğal gelmiyor bana. Ve ben bütün sanatları kendi içinde hissederek uğraştım. Fotoğrafla, sinemayla, resimle, karikatürle, tiyatro yaptım ve bunları yapmaya da devam ediyorum. Ama profesyonel olarak insanlarla paylaşmayı seçtiğim şey müzik. Diğer sanatlarla da uğraşmama rağmen onları profesyonel bir ölçüde götürmüyorum ve insanlarla paylaşmıyorum. Müzik benim için çok çok önemliydi. Dediğim gibi bir sanatçı olmak sanat yapmak benim için doğal bir sürecin sonucuydu. Bir buçuk yaşında resim çizmeye başladım. İlk işlerim 6 yaşındayken basıldı. Ondan sonra yine evin içinde çizdiğim karakterleri kartondan kesip onları oynatıyor ve onlara müzikler besteliyordum. Bir tür oprret gibi bir takım şeyler besteledim. İlk gubum olan Mavi Güneş’i de 1969 yılında, 5 yaşında kurdum.
Onunla ilgili de bir sorum var. Mavi güneş’ten de biraz bahsetmenizi isteyeceğim. Bir de film müzikleri projeyleriyle ilk başta biraz daha adınızı duyurdunuz ve biraz daha yoğunluk vermiştiniz o tarafa. Film müziklerinin sizin için özel bir şeyi var mı? Sinema-TV mezunu olmanın bir etkisi var mı bunda?
Onun bir etkisi çok fazla olmadı çünkü ben sinema televizyon okuluna girene kadar çok fazla film seyretmiştim. Babam Mengü Ertel aynı zamanda Sinematek’in kurucu üyelerinden biriydi. -Şakir Eczacıbaşı ve Onat Kutlar’la beraber- Yıllarca başkanlığını yaptı Sinematek’in. Ve bizim evimizde 8 mm’lik göstericiler vardı. Ve biz devamlı film kiralardık. Bu filmler genelde sessiz filmlerdi. Onlar evde gösterildikten sonra yine Sinematek’e gider aynı filmleri defalarca orada da izlerdim. Büyükler için yapılmış, siyah beyaz filmleri, Sergey Eisenstein gibi önemli klasikleri daha ben ilkokula bile gitmeden defalarca seyrettim. İlkokuldayken de annemle babam evde seyredilen filmlerden seçtiklerini getirip haftanın 2 günü gösterirlerdi. İlk film müziğimi de 1982 yılında yaptım. Yokuş isimli bir filmdi. Dilek Gökçin’nin yönetmenliğini yaptığı kısa metraj bir filmdi. Film Obenhaus’un kısa film festivalinde ikincilik ödülü aldı. Sonra film müzikleri yapmaya devam ettim. Çeşitli guruplarla da pek çok filme müzik yaptım.
Baba Zula haricindeki projelerinizden bahseder misniz? Örnreğin Mavi Güneş.
Mavi Güneş’i 1969 yılında 5 yaşındayken iki kızla beraber kurmuştum. Mavi Güneş’in isminin hikayesi de şudur; bir gün okulda resim yaparken mavi bir güneş çizmiştim hocam bana güneş mavi olmaz dedi. Ben de bunu babam söyledim. Babam çok kızdı okula gitti ve hocama dedi ki hanımefendi ben bir sanatçıyım ve oğlum da bir sanatçıdır ve mavi güneş olur. Lütfen bir daha böyle fikirlerinizi oğluma aşılamayın. İstediği gibi çizsin güneşini dedi. Ben de bu olaydan çok etkilenerek gurubun ismini Mavi Güneş olmasına karar verdim. Evimizde lambalı bir radyo vardı. Ben yıllarımı o radyoya bakarak geçirdim. Televizyon hem Türkiye’ye hem de evimize çok geç geldi. O yüzden radyo önemli bir araçtı. Radyo lambalı olduğu için açarken o lambaların kızarmasını izlerdim. Bunu da radyonun arkasından yapardım. Arkasından o aletler adeta bir uzay şehri gibi gelirdi bana. Lambalar açılıyor kızarıyor ve sonra ses geliyordu ve bu bana çok büyülü gelirdi. Radyoya aynı zamanda pikap ta bağlayabiliyorduk. Bu radyoyu ve pikabı kullanarak Esentepe’deki evimizde bazen kendi kendimize ya da bazen ev halkına bir takım gösteriler yaptık. Genelde bir ya da birkaç plakla şimdiki scratch teknikleriyle müdahalelerde bulunuyordum. Tek plak üzerinden çalıyor ve plak çalarken de devirlerini değiştiriyordum. 4 devir vardı. 78, 33, 45 ve 16. Sonra radyoyu açardım ve istasyonları karıştırıp pikapla devam ederdim. Ben mızıka ve perküsyonlar çalarak devam ediyorken kızlar da dans ediyordu böyle bir şovumuz vardı. Mavi Güneş’ten sonra 14 yaşındayken ilk albümümü yaptım. İkinci gurubumun ismi İkide Bir’di. Ortaokuldan Akın Evliyaoğlu diye bir arkadaşımla kurdum. Onun Elka bir orgu vardı o orgu ikimiz çalardık. Zaten grup ismi de buradan geliyordu tek enstrümanı iki kişi çalıyorduk. Sonra iki mikrofonla çaldıklarımızı kaydettik. Kavramsal albümün ismi Gece Yürüyüşçüsü’ydü. Farklı bir zaman diliminde yaşayan bir insanı anlatıyordu. Herkes uyurken dolaşan, herkes kalkınca yatan toplum dışı kalmış bir inansı anlatıyordu ve her zaman emprovize müzik vardı bütün çalışmalarımın içinde.
İslam öncesi, Alevi ve Zen kültürünün şimdi ki müziğinize ve ya geçmişteki müziğinize bir etkisi var mı?
Elbetete oldu. İnsanları doğdukları yerle bir ilişki kurmaları ve yaşadıkları yerle ilgili bir bağ kurması gerektiğini düşünüyorum. Ben İstanbulluyum babalarım dedelerim de buralı ve ben burada doğmanın burada olmanın ve yaşamanın bir anlamı olduğunu düşünmekteyim. Buradaki bir kültürle bir ilişki kurmak istedim. Buradaki kültürlere baktığınız zaman da pek çok din dil ve ırk görüyorsunuz. Türkiye Cumhuriyeti’nin içinde çoğunluklar ve azınlıklar var bunların hepsiyle ilgileniyorum ve bütün bunların geçmişine gidiyorum. Mesela lise ve ortaokul zamanında rock müziğine çok merak salmıştım biraz dinledikten sonra Rock’ın, Rock’n Roll’dan, onunda Blues’dan etkilendiğini görürsünüz. Bu coğrafyada da hep geriye gitmek bana çekici gelir. Ülkemizde maalesef yazılı kaynak pek olmadığından hep sözlü kültür üzerinden kendi tüme varımlarınızı kendiniz yapmak zorundasınız. Âşıklar benim için çok çok önemli. Aşık kültürünün de hem İslam öncesi Türk kültürüyle hem de Alevilikle ve şaman gelenekleriyle çok örtüştüğünü sonraları da olsa anladım ve böyle düşünmekteyim. Başta bu bilinçli bir seçim değildi. Zaten eve âşıklar gelip gidiyordu. Saz çalan bir insan benim için çok çekici bir şeydi. Bütün bunlardan sonra araştırdıkça bu tüme varımları keşfettim. Bir arkadaşımın söylediği bir şey var bu çok önemli. Ben Ermeni arkadaşlarımın Ermeni olduklarını çok sonra öğrendim. Bunun gibi aynı şeyi ben de söyleyebilirim. Aşıkların çoğu aleviymiş mesela ben bunu bilmiyordum sonradan öğrendim. Önemli değildi zaten Bağlama bana hep çekici geliyordu. Daha sonraları bunları öğrenmek insana ilginç geliyor araştırmaya başlıyorsunuz. Her kültürün belli bir oluşumu var.
Bağlamayla ilgili çok çekici geliyor dediniz. Peki neden elektro bağlama? Sesi ve kendisi insanlara pek çok müzisyene dahi antipatik gelirken neden akustik bağlama değil de o?
Aslında şöyle bir şey; bir gitar veya bir piyanoyu aldığınız zaman geçmişinde yıllar süren bir tarih ve yüzlerce binlerce üstad var ama elektro bağlamayı pek çok insan bunu sevmiyor. Sevilmeyen aşağılanan bir enstrüman. Çalanlar bile sevmiyorlar. Örneğin Yavuz Top’la konuştuğumda, maalesef ben icat ettim diyor. Arif Sağ sevmiyor çalmak istemiyor. Ya da Cahit Berkay elektrosaz kullanmıyor. Böyle bir durum var hal böyle olunca enstrümana hak ettiği saygıyı vermek ve yapılmamış şeyleri yapmak daha kolaylaşıyor. Benim özellikle sevdiğim ve takip ettiğim müzisyenler müziğin gidişatını değiştiren insanlar. Onlar ilk önce yuhalanan müzisyenlerdi. Bir önceki kuşak tarafından benimsenmezler ama sonradan yükselirler. Bunlara pek çok örnek var mesela Charlie Parker. İlk başlarda Count Basie orkestrası davulcusu tarafından yuhalanmıştır. Jimi Hendrix pek çok bardan kovulmuştur. Bu durumlar bana çok çekici geliyor ve elektrosazda bunu yapabileceğimi düşünüyorum. Daha önce yapılmamış pek çok şeyi yapma olanağı veriyor. Ayrıca sazın temsil ettiği şeyi de seviyorum. Sazın çok hoş bir geçmişi var. Hiçbir zaman saylarda çalınmamış, her zaman muhalif olmuş, devrimci olmuş bir enstrüman. Her zaman halkın yanında olan, halkın sesi olan bir enstrüman olduğu için bana çok çekici geldi.
Elektro bağlamada biraz daha teknoloji var. Sahnede de teknolojinin nimetlerinden yararlanıyorsunuz. Peki teknolojiyi müziğin neresine koyuyorsunuz?
Ben bir sanatkârın aynı zamanda iyi bir zanaatkâr olması gerektiğini ve tekniği ve teknolojiyi çok iyi takip etmesi gerektiğini düşünmekteyim. Her şey teknik değil tabi ki ama tekniğin takip edilmesi çok çok önemli. Pek çok dergiye aboneyim, konserlere gidiyorum, video arşivleri topluyorum. Yani elimden geldiğince bunu yapmaya da, müzik teknolojisini yakından takip etmeye de çalışıyorum. Gelişen teknolojinin büyük kolaylıkları ve tuzakları olduğunu düşünüyorum. Örneğin bilgisayarda kayıt teknolojinin getirdiği dezavantajlarını ele alırsak; herkes aynı teknolojiyi, aynı kayıt teknolojilerini, aynı loop’ları kullanır oldu. İnternetin de böyle bir yönü var. Ne kadar çeşitlilik getiriyorsa da arama motorlarında üst sırada olan düşüncelerin benimsenmesi fazlalaştı. Bütün bunlar sanal dünyanın bizden götürdükleri. Tüm bunları dengelemek gerekiyor. Müzik dünyasında da tekniğin takip edilmesi gerekiyor. Biz hangi çağda yaşıyoruz anın müziği nedir bunu müzisyen bilmeli. Artık internette hazır looplar var hemen indirip basit programlarda birleştirip yayınlayabiliyorsunuz. Müzik artık pek çok insanın kendini bir şekilde ifade etmeye çalışmalarını sağlıyor. Biraz elden düşmüş bir şey gibi gözükse de bir açıdan hayatın içine soktu kendini.
Brenna McCrimmon ve Alexander Hacke gibi büyük müzisyenlerle çalıştınız. Şimdi önümüzdeki günlerde çalışmak istediğiniz ya da keşke çalışabilseydim diyebileceğiniz kimler var?
Yüzlerce binlerce insan sayabilirim. O kadar çok ilham alınacak müzisyen var ki hani birini söylesem ötekilere haksızlık olacak diye düşünüyorum. Ama çok yakında kasım ayında benim için çok önemli biri olan Cahit Berkay ile sahneyi paylaşacağız. Bu benim için çok önemli bir şey. Çocukken dinleyip de hayran olup benimsediğim insanlarla aynı sahneyi paylaşmak heyecan verici bir şey. Ve aynı zamanda benim başarı anlayışımla çok örtüşüyor. . Ve bu durum beni çok mutlu ediyor. Bana göre başarı bu. Başara ün para ve güçle ölçmem. İnsanın hayal kurduğu şeyleri gerçeğe dönüştürmesidir bence başarı. Başarı kişiseldir. Bir kişinin başarısı de bence budur
Bugünlerde kimleri dinliyorsunuz?
En son aldığım plaklar var; Jackie Mittoo ve Fredie King aldım. Şimdi onları izliyorum. Ben de bir huy var. Böyle önemli plakları önce koyup izliyorum. Bugünlerde Cahit abiyi dinliyorum her zaman bir başka gözle dinliyorum benim için çok önemli devrimci bir müzisyen. Şimdi Anadolu Rock yapan pek çok arkadaş var onlar bir şeyi değiştirmiyorlar zaten olan bir şeyin daha kötüsünü yapıyorlar. O kuşakta o kadar ilham veren müzisyen var ki. Fikret Kızılok, Erkin Koray, Barış Manço… Saymakla bitmez ama gerçekten müziği değiştiren müzisyenlerden biri Cahit Berkay benim için. Moğollar haricinde pek çok insanı da dönüp dönüp dinliyorum. Dr Das’ın çalışını inceliyorum. Asian Dub Foundation dinliyorum. Müthiş bir grup gerçekten. Bence o yılların en iyi gruplardan biri. Hem felsefe hem de müzik olarak onları çok beğenirim. Ve son dinlediklerim arasında Talip Özkan ve Yücel Paşmakçı’yı da eklemek isterim onlar da müthiş saz ustaları. Talip Özkan her zaman yavaş çalar ama bir şekilde çok ilginç ve derin çaldığını düşünüyorum.
Tekrar BaBa ZuLaya dönecek olursak. Albümünüz çıkalı çok uzun bir süre olmadı, bir sene oldu ama yeni çalışmalar yeni bir albüm çalışması var mı yoksa şimdilik dinleyicilerle buluşmaya mı ağırlık verdiniz?
Şu aralar konserlere ağırlık veriyoruz. Bir albüm yapalım stüdyoya girelim sonra albüm bitince çıkalım mantığı bizim için her zaman işlemiyor. İşlediği zamanlar da var mesela film müzikleri yaparken çok kısa bir zamanınız var. Başka türlü çalışmanıza zaten imkân yok fakat benim en tercih ettiğim yöntem 1960’larda 1950’lerde olduğu gibi sanki 45’lik çıkarıyormuş gibi bir şarkı yapmak sonra başka bir şarkı yapmak. Bu bana çok daha güzel geliyor. Şu anda Yunan bir elektro ud sanatçısıyla beraber çalışmaktayız ve onu da gruba katmayı düşünüyoruz. Kendisi Baba Zula’ya başından beri en çok heyecan veren melodik enstrüman çalan insan oldu.
Müzikten bolca konuştuk. Eskiler güzel ama şimdi müzik çok daha hızlı değişiyor. Son yıllarda pek çok müzik tarzı sıra halinde patladı. İndie, elektronik, metalcore vardı şimdi dub step patladı. Siz bunlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Yani dub steb’i merak ediyorum ama çok iyi örnekler dinlemedim. Dinlediğim örneklerden hoşlansam da çok ilginç bir şey bulamadım. Ama bir sonraki aşama daha hoş olabilir diye düşünüyorum. Dub step merakım var ama eskiler kadar bana çekici gelmiyor. Eski dub albümlerini dinlemeyi tercih ediyorum. Dub step birkaç şarkıdan sonra biraz monotonlaşıyor. Sadece elektronik şeylerle yapılan şeyler bana çok çekici gelmiyor. Bana göre en güzel denge akustikle bilgisayarları, akıllı makineleri karıştırmak. Bu yüzden de yaptığım müziklerde bunu arıyorum. Dub step de fazla bir elektroniklik var.
Peki şu zamana kadar aklınızda kaldığı karıyla en çok çalmaktan zevk aldığınız mekan ve sevdiğiniz seyirci neredeydi?
İstanbul’da Babylon’u sebiyorum. Ghetto da hoşuma gidiyor. Babylon’da haftasonu takılmak ya da Babylon’a gelmek için çıkmış bir seyirci fazla olunca o insana bir sıkıntı veriyor. Bazı konserlerde bunu hissediyorsunuz bazen seyirciyi kazanmak gerekiyor. Bu enerji bence boşa harcanmış bir enerji ama ilk çıktığınızda da sizinler bir olmuş bir seyircinin duygusu ve enerjisi çok çok güzel. İşte o zaman pek çok mekân çok güzel oluyor.
Vakit ayırdığınız için çok teşekkürler. Çok güzel bir sohbet oldu.
Ben teşekkür ederim.
Röportaj sonrası Murat’tan bize birşeyler çalmasını istedik, o da iPad’iyle bize ufak bir synth gösterisi yaptı 🙂
Röportaj: Adil Can Ocak
Fotoğraf ve Videolar: Alper Ertuğ