KIRMIZI
Midemin içinde kımıldayıp duran solucanları durduramıyordum. Bunun yol açtığı bulantıyla başa çıkmaksa beni daha da zorluyordu. Solucanları harekete geçiren şey büyük odamın köşesinde duran boy aynasıydı. Çırılçıplak olurdum ve bu aynanın karşısına geçip bütün gözeneklerimi dikkatle incelerdim. Neredeyse her gün yaptığım bir şeydi bu. Küçücük bedenimde ısrarla aradığım şeyi hiç bir zaman bulamadım. Tek istediğim tüydü. Cılız, güçsüz, tek bir tane bile olsa, ufacık bir tüy… Herhangi bir yerimde… Saçlarımın, kaşlarımın, kirpiklerimin olması gerektiği yerlerde… Belki koltuk altımda, hatta kasıklarımda… Hiç fark etmezdi. Bir sürüngen gibi gezindiğim vücudumda belirgin, mor damarlarımı görmek artık çok bunaltmıştı beni. İstediğimi bulamadıktan sonra çıkardığım bütün kıyafetlerimi tekrar giyerdim. Parlayan kafamı görmemeleri için taktığım kırmızı şapkam midemi bulandırıyordu. Bu bozuk geni verdiği için babam, midemi bulandırıyordu. Annem beni severken başımı değil, yanağımı okşardı hep. Onun bu örtbas etme eylemini istemeden de olsa gözümün içine sokması midemi bulandırıyordu. Başkalaştırılmanın enjekte ettiği utanç iltihabının yumrusu ensemden beynime doğru ilerlerken, benim yine midem bulanıyordu. Benden hep “içine kapanık bir çocuk” diye söz ederlerdi. İşte tam o zaman onlara “Sadece midem bulanıyor ” demek isterdim…
“Evet, orospu çocukları! Sadece midem bulanıyor.” diye bağırdım, sahte bir şefkatle gözleri şişirilmiş olan komşu çocuklarına. “Bana acımanızdan nefret ediyorum. Gırtlaklarınızın titrediğini görebiliyorum. İğrenişinizin nedeni olmak ağır geliyor. Beni anlıyor musunuz?” Ağzımda biriken tükürüklerin yavaşça çenemden aşağı akıp tişörtüme damladığını fark ettim. Yaşıtım olan beş çocuk, karşımda donmuş gibi duruyorlardı. İki kız üç erkek çocuk. Erkeklerden birinin saçları yeni tıraş edilmişti. Aptal aptal bakan gözleri üzerimde yakıcı bir etkiye sahipti. Derimin üzerinde içi su dolu küçük kabarcıklar oluşuyor ve bu kabarcıklar sızlıyordu. Oturduğum kaldırımdan kalktım hızla. Bu hareketim erkeklerin gerilemesine, kızlardan birinin de ağlayarak gitmesine neden oldu. Bununla beraber bulunduğum sokağa bakan evlerin camlarından sarkmış olan kadınların neden olacağı bir ayıplama furyasının başlayacağını düşündüm. Bekledim… Ama çıt çıkmıyordu, zaman durmuş gibiydi. İpler sallanmıyor, seksek taşları hareket etmiyordu. Herkes bana bakıyordu ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. Kırmızı şapkamı önüme doğru eğip eve gitmenin yapılabilecek en iyi şey olduğuna karar verdim. Zaten fazla seçeneğim yoktu. Giderken peşime ne bir söz ne bir insan takıldı. Eve varıp kapıyı anahtarımla açtığımda aklımda olan ilk şey, evde kimsenin olmayışının verdiği rahatlıktı ve rahatlıkla beraber gelen farkındalık. Az önce beni içine alarak boğmaya çalışmayı alışkanlık edinmiş döngüyü yıkmıştım. Bana acıyanlar hep vardı. Acımayı görev sayan bu insanlar, ben ve benim gibilerin ellerini tutar gibi görünürdü. Oysa onların yaptığı üzerimize basarak yükselmeye çalışmaktı. Gösterişli ama sahte çabaları bizi içlerine almak gibi görünürdü. Ama başkalaştırmanın ta kendisiydi. Çabaları istediği sonuca vardığındaysa, yani etrafta iyi bir insan olarak bahsedilmeye başlandığındaysa, tabanlarının altına yapışanları hiç biri görmezdi. Tatminin bir yolu da buydu. Ben onların objesiydim işte. Ben bu görevi üstleniyordum o çok duyarlı toplumumda.”Ama bugün objelik görevimi bitirdim işte.” dedim. Sesim odamda asılı kalmıştı. Kendimi hem güçlü hissediyordum hem aciz. Hem cesur hem korkak. Şimdi ne yapacaktım peki? Gözlerimin önüne sadece saçları tıraş edilmiş olan çocuk geliyordu. Benim bütün özlemim buydu işte. Sanki ben de tıraş olursam, ortada hiç bir sorun kalmayacaktı. Evet, evet! Bir sonraki adım bu olmalıydı. Tıraş olmak. Onlara hadlerini bildirdim ve şimdi tıraş olmalıyım.
Banyo dolabından, kâğıda sarılı olan çift ağızlı küçük jiletleri alıp odama geri döndüm. O çok sevdiğim aynamın karşısında soyundum yine. Her yerimi tıraş etmeliydim. Önce saçlarımdan(!) başlayacağım. Hadi ama çok zor olmasa gerek. Onların tüyleri varsa benim de derim vardı. Bugün ben de o hiç tatmadığım işlemi yapacaktım. Aynanın karşısında dikiliyordum işaret ve orta parmağımın arasına sıkıştırdığım jiletle. Biraz daha yaklaştım. Gözlerimin içinde bana ait olmayan bir şey gördüm. Soğuk ve kırmızı.
“Hadi ama! Had, hadi, hadi!”
Jileti alnımın biraz daha yukarısına doğru götürdüm. Sol elimle kafamı, sağ elimle jileti tutuyordum. Derimin metalle olan temasıyla birlikte gözlerimin içindeki soğuk kırmızının döndüğünü gördüm. Ucu boyaya batırılmış fırçayı suyun içinde temizlemeye benziyordu bu dönüş. Ona dokunan her şeyi içine alabilecek kadar büyük bir delik gibiydi. Derimi tıraş etmemi benden çok istiyordu. Jileti biraz daha kuvvetle bastırdım. Yukarı doğru hareket ettiriyordum. Jiletin ucuna kafa derimin küçük bir bölümü toplanmıştı. Alttaki katmandan çıkan kan alnımdan gözlerimin içine doğru aktı. “Gözlerime girmeni engelleyecek ne kirpiklerim ne de kaşlarım var seni küçük akışkan şey.İstediğin yere yolculuk yapabilirsin.” dedim,benden çıktığından şüphe ettiğim ince bir sesle.Acı hissine alıştığı zaman sinirlerim -onları yok ettiğimde daha doğrusu- kafamda başka noktalara aynı işlemi yapıyordum.Kırmızı gücünü artırarak dönmeye devam ediyordu..Ellerim, kollarım, bacaklarım uyuşmuştu ve benden bağımsız hareket ediyordu.Bir sonraki adımlarda ne yapacağımı kestiremiyordum. Hipnotize olmaya başlıyordum sanki… Sanki bir şey benim devam etmemi istiyordu… Sanki bir şey benim bu cesaretimi tebrik ediyordu… Sanki bir şeyin karnı doyuyordu… Sssankii…
“İçimde kötü bir his vardı. İşten o gün bu yüzden erken çıktım. Ters giden şeyler vardı bunu biliyordum ama ortada bunun için elle tutulur hiç bir sebep yoktu. Evin merdivenlerini neredeyse koşarak çıktım. Kapıyı açtığımda evimin eskisi gibi olmadığını fark ettim. Bir yoğunluk vardı, elle tutulur gibiydi hava neredeyse. Oğlumun odasına girdiğimde bu yoğun havanın renk değiştirdiğine, kırmızı olduğuna yemin ederim. Göremiyordunuz ama tutabiliyordunuz. Parmaklarınızın arasında sıkıştırabilirdiniz. Ne olduğundan emin değilim. Belki tansiyonum düştü, ya da kendimi o kadar strese soktum ki halüsinasyon gördüm. Ama yerde yatan oğlumun yanına koşup kanlı başını iki elimin arasına aldığımda o şeyi onun gözlerinin içinde de gördüm. Kırmızılığı, dönüyordu. Oğlum donmuş gibiydi. Yani aslında bayılmıştı. Ama gözleri açıktı. O günün üzerinden neredeyse bir ay geçti. Ama geceleri onu kontrol etmek için yanına gittiğimde gözlerinin hala açık olduğunu görüyorum. Uyuyor, hatta horluyor. Ama gözlerini hiç kapatmıyor. Şimdi neden konuşmadığını ve yürümediğini umursamamamı anlayabiliyor musunuz? O daha gözlerini kapatamazken bunları sorun etmem mantıksız geliyor. Onu böyle gördükçe ölüyorum. Her gün daha çok ölüyorum…” Annemin sesi odama kadar geliyordu. Genelde hep böyle yüksek sesle ağlar. Bu hikâyeyi anlattığı dördüncü doktor. Beni konuşturmaya ve yürümeye zorluyorlar. İkisini de yapabiliyorum ama yapmıyorum. Konuşmaya başladığımda ağzımdan etrafa sıçrayacak olan tükürükler düştüğü yeri eritecek. Eğer yürümeye ya da hareket etmeye başlarsam bunun sonucunda oluşacak dalgalar her yeri yıkacak. Böyle düşünmemin iki sebebi var. İlki, içimde hissettiğim aşırı güçtü. Normal bir hareketimde bile o güç elimden kontrolsüzce akıp gidecekti. O aşırı gücü hareket etmeyerek ve konuşmayarak içimde hapsettiğimi düşünüyordum. İkincisi ise gördüğüm rüyalardı. Yoğun, kırmızı bir hava kütlesinin burnumdan içeri girdiğini ve beni nefessiz bırakarak öldürdüğünü görüyordum. O ölüm anlarında hep uyanıyordum ama uyandığımda da burnumdan dudaklarıma doğru akan kanın paslı tadını alıyordum. Bu nasıl bir şeydi? Nasıl mümkün olabilirdi?
Odamın kapısı açıldı ve içeri kısa boylu, benim gibi kel (haksızlık etmeyeyim, onun kafası benimki kadar parlamıyordu) aşırı kilolu bir adam girdi. Yaşlıydı. Boynuna birikmiş olan yağları zar zor nefes almasına neden oluyordu. Burnunun üzerine düşürdüğü gözlüğünün üzerinden beni inceledi. Hep aynı profil… Bu da diğerleri gibi havadan sudan söz edecek. Sonra o da diğerleri gibi süslü sözcüklerle gizli sorguya başlayacak. Soruları ne kadar yumuşatmaya çalışırlarsa çalışsınlar hep aynı sertlikte yüzüme çarpacaktı. “Kafanı neden jiletle parçaladın, çocuğum?” “Peki neden şimdi konuşmuyorsun?” “Topuklarından sırtına kadar pişik olduğunu ikimiz de biliyoruz, hadi şimdi o nazik kıçını biraz hareket ettirelim.”
Kafamın içinde olan ama bu adam yüzünden birazdan gerçeğe dönüşecek saçmalıklara bir kez daha dayanamayacağımı anladım ve ağzımı uzun bir zaman sonra bağırmak için açtım “Yeter artık. Sadece defol git! Senden sadece bunu istiyorum.” Daha hiç ağzını bile açmamış olan adam büyük bir şaşkınlıkla bana bakıyordu. Yataktan kalktım hızla. Bu ani hareketle beraber belime giren sancı bacaklarımdan aşağı doğru kaydı ve dizlerimin üstüne kapaklandım. O an fark ettim ki, ne yüzüne sıçrayan tükürüklerim doktorun suratını eritmişti, ne de hareket dalgalarım zemini çökertip duvarları yıkmıştı. Büyü bozulmuştu. Aslında hiç olmamış olan lanetim üzerimden kalkmıştı.
Odaya annem girdi. Yavaşça kaldırdı beni yerden. Zorlukla hareket ediyordum. Bileklerimi annemden kurtarmayı başararak aynama doğru ilerlerdim. Son zamanlarda çok yoğun şeyler yaşamıştım ama benim şu anda tek derdim aynama bakmak ve nasıl bir şeye dönüşmüş olduğumu görmekti. Sandığım gibi iğrenç bir hayvana dönüşmemiştim. Bandajları çıkartmamışlardı hala. Gözaltlarım morarmıştı ve rengim inanılmaz derecede soluktu. Çok geçmeden kafamdaki bandajların arasında kalan kısımlarda daha önce sahip olmadığım şeylerin büyümüş olduğunu fark ettim. Hep hayal ettiğim gibi. Kısa, güçsüz, cılız. Onlar benim saçlarımdı. Bir kaç tane açık kahverengi tüy… Ellerimi götürdüm ve parmak uçlarımla dokundum. Yumuşacıktı. “Anne, bak!” diyebildim. Şaşkınlıkla beni izleyen annem biraz daha yaklaştı bana. Saçlarımı görünce (evet, benim saçlarım!) sevinç çığlıkları atmaya başladı. Bana olağanca gücüyle sarıldı. Bense ağlıyordum. Gözyaşlarım akarken yüzüm yanıyordu. “Sanırım bundan sonra her şey daha güzel olacak.” dedi doktor. Her şey daha kolay ve güzel olacak…
Evet, doktor haklıydı. O günden sonra her şey çok güzel gitmişti. İki üç ay sonra ben de diğerleri gibi saçlara sahiptim. Kıvrık kirpiklerim ve düzgün kaşlarım vardı. Yavaş yavaş kol ve bacaklarımda da çıkmaya başlıyordu. Garip biçimde kendimle gurur duyuyordum. Eski günleri unutmuştum ve mutluydum. Arkadaşlarım vardı. Hatta âşık olmaya bile cüret edebilmiştim. Gözlerine kadar inen kâkülü ve kırmızı kalın dudaklarıyla aşk tatlı görünüyordu. Aynı sırada oturmaya başlamıştık. Okula da beraber gidip geliyorduk artık. Hayat gerçekten olmadığı kadar iyi gidiyordu. Ama aklımı karıştıran şeyler de yok değildi. Ne kadar görmezden gelsem de bir tarafım bunları itiraf ediyordu. Öncelikle, saçlarımın o kırmızı şeyin sayesinde çıktığından emindim. Gerçi bu durumda onu sevmeliydim. Bir diğer şeyse, annem geceleri hala gözlerimi kapatmadığımı söylüyor. Son olarak ta tüylerim… En başta yeni doğmuş bebeğinkiler kadar yumuşaktı. Daha sonra standartlaştı. Şimdi ise… Bilmiyorum, sadece…
Kafamdaki düşüncelerden çalan zille sıyrıldım ve kapıya koştum. Bugün cumartesiydi ve o gelecekti. Ona her şeyi anlatmaya karar verdim. Müthiş bir paylaşma isteği vardı içimde. Hiç kimseyle değil. Ama onunla. O farklıydı. Çok farklı.
Koşarak kapıyı açtım. Bütün güzelliği ve içtenliğiyle karşımda duruyordu. İçeri girdi, doğruca odama gittik. Yerdeki büyük yumuşak minderlere oturduk.
Ve ben anlatmaya başladım…
Uzun süre konuştum. Ona her şeyi anlattıktan sonra bekledim. Korktuğum şey, her şeyi kafamda büyüttüğümü söyleyecek olmasıydı. Alaycı sırıtışlarının yüzünde, gamzelerinde dans ettiğini görme ihtimaliydi. İçimi bu zamana kadar kimseye açmamıştım. Beni engelleyecek bir şey yoktu. Sadece etrafımda bunu yapacağım kimse olmamıştı. İnsanlarla aynı kutuplara sahiptim, onları kendimden uzaklaştıran şeyin gücü hiç bitmek bilmemişti. Ta ki sevgili tüylerim aciz gözeneklerimde belirene kadar… O zaman manyetik güce sahip uçlarım bu karşımdaki tatlılığı getirmişti bana. O ilkti ve bu benim için önemliydi.
Korktuğum şey başıma geliyordu. Dudakları suratına kocaman, şapşal bir gülümseme bırakıyordu. “Hayır lütfen gülme, anlatınca saçma geliyor biliyorum ama yaşayınca…” diyerek o şapşallığı öldürebilirim diye düşündüm. Ama sözümü bitiremeden sırıtışı kahkahaya dönüştü. “Ne var bunda? Annem de uyuduğunda gözleri hep aralık olur. Aynanın karşısına geçip kendini çırılçıplak incelemen de komik ayrıca. Her şeyi kafanda kuruyorsun.” dedi. Dediğim gibi, ben ona içimi açmıştım. O da tam anlamıyla içime tükürmüştü. Umursamadan, düşünmeden. Midemin içinde gezinen sarhoş adamın kafasına, gezindiği, aylak aylak dolaştığı arka sokakların birinde kurşun sıkmışlardı. Tabancayı ateşleyen karşımdaki şapşal kızdı. Sarhoşumu öldürdü. Ekşi kokan, altlarından su sızan koca çöp torbalarının arasındaydı yine. Her zamanki gibi değil ama ölü olarak yatıyordu orada. Geriye doğru düşerken ayakları anlaşılmaz bir şekilde havaya kalkmıştı. Başı zeminle buluştuktan bir kaç saniye sonra şaşırmış bacakları da yere inmişti. O kız benim bazen sövdüğüm bazen sevdiğim sarhoşumu öldürmüştü. “Uzun sakalları sence neye yuva olacak? Bir fareye mi yoksa serçeye mi? Sen serçe misin, fare mi?
“Anlamadım, ne?” dedi. Sorusunu bitirdikten sonra gözleriyle benimkileri inceliyordu .”Kırmızı… Dönüyor!” dedi gerileyerek. Her şeyin farkındaymışım gibi cevap verdim:“Ve biliyor musun? Karnı çok aç.”
Çığlık atarak odadan çıktı. Daha sonra da evden. Bense yürüyerek onun peşinden gidiyordum. Onu yakalayacağımı biliyordum çünkü. Kontrolden çıktığımın farkındaydım. Ama tam anlamıyla yönetildiğimi söyleyemem. Tek bedende iki canlının yaşaması gibi bir şeydi bu. Kırmızı şey ve ben. Ben zavallı olanıydım o güçlü olanı. O bana katlanıyordu. Hatta bana gelirken hediye de getirmişti, saçlarım… Ben de bugün onun için bir şeyler yapmalıydım. Karnı açtı, uzun zamandır. Neyle beslendiğini değil ama ne istediğini iyi biliyordum. Bunun için o şapşal kızın peşinden gideceğim, şimdi…
Bahçeye indim. Onun arka taraftaki küçük depoya sığındığından emindim. Bahçemizi saran yüksek duvarları ilk defa sevmiştim. Islık çalarak ilerliyordum. İlerledikçe de genzime bir tat doluyordu. Portakal gibiydi. Kırmızı memnun oluyordu. Eğer istesem onu engellerdim, kıza dokunmasını engelleyebilirdim. Ama sarhoşumu öldüren kız bir cezayı hak ediyordu. Hem ben tatmin olacaktım, hem de suçu kırmızının üstüne atacaktım. Kıs kıs gülüyordum. Deponun önüne geldiğimde bağırdım “Çık hadi, saklanmanın hiçbir anlamı yok.” Yemek çok kolay teslim olmuştu. Yavaş yavaş çıktı olduğu yerden. Bana yaklaştıkça portakal tadı keskinleşiyordu. “Özür dilerim. Bana bir şey yapmayacaksın değil mi? Ben sana hiçbir şey yapmadım” dedi titrek sesiyle. “Yaptın. Ama artık bunun bir anlamı yok. Fareler yerlerini aldılar bile.” Ona yaklaştıkça değişen tek şey genzimdeki tat olmamıştı. Gözlerimden inanılmaz yoğunlukta yaşlar akıyordu. Kırmızının ağzı sulanıyordu…
Ona doğru biraz daha yaklaştım. Aciz gözeneklerimin sıkılaştığını hissediyordum. Daha doğrusu tüylerimin kökleri artık gözeneklerime büyük geliyordu. Yırtılacak gibi olmaya başlamıştı derim. Kafamda binlerce nokta açılıp genişlemeye çalışıyordu. Göz kapaklarımın gerilip yukarı ve aşağı doğru iyice açılarak kuruduğunu hissediyordum. Görüş açımda olan kollarıma baktım. Yeni çıkmaya çalışan tüyler bile iyice sertleşmişlerdi. Adeta dikene dönüşmüşlerdi. Keskin ve demir kadar sert dikenler. Etlerimin kabararak ayrıldığını görüyordum. Tüylerim beni terk ediyordu. Ses çıkarıyorlardı giderken. Aslında hayır, onlar beni terk etmiyordu. Yere düşen birkaç saç dikeni anında eriyerek toprağa karıştı. Yine saniyeler içerisinde topraktan küçük, kanatsız yarasa gibi görünen gri, yapışkan yaratıklar çıkmaya başladı. Kırmızının beni sevdiğini ve bana hediye verdiğini sanmıştım. Bir bütün olduğumuzu düşünmüştüm. Oysa o beni kullanmıştı. Tüy sandığım şeyler, aslında onun dölleriydi. Bunları benim bedenimde büyütmüştü. Aylarca vücudumda başka bir boyuttaki varlığın döllerine rahim görevi yapmıştım. Şimdi de onları doğuruyordum. Doğum için gerekli olan sancı acizlikti. Ve evren üzerinde benden daha aciz kimseyi bulamazdı.
İğrenerek tırnaklarımı zaten kabarmış olan derime geçirdim. Etlerim kolayca ayrılıyordu. Bütün o yavruları vücudumdan atmak istiyordum. Hepsini, hepsini, hepsini… Onlar zafer çığlıkları atıyorlardı. Yerden çıkanlar doğruca sarhoş katili şapşal kızın üzerine zıplıyordu. Çığlıklarımız duvarlara çarparak yükseliyordu. Vücudumda hiçbir tüy kalmamıştı. Tüy değil,artık doğru düzgün derim bile yoktu. Sendeleyerek düştüm. Kırmızının vücudumdan çıkışını hissettim. Burnumdan çıkmıştı ve binlerce küçük yaratığın saldırdığı portakal tadındaki kızı el gibi kavramıştı. Nazik bir kavrayış değildi bu. Canı yanıyordu, bunu pörtleyen gözlerinden anlıyordum. Ama ben de çekiyordum, ne olmuştu? Toprak derisiz vücuduma değiyordu. Sinekler şimdiden üzerime konmaya başlamıştı. Kızın ciğerlerindeki son birkaç nefesi de sıkarak tüketti merhametsiz el, cesedi evin duvarına doğru fırlattı. Pipetle içtiğim meyve suyu kutusuna dönüşmüştü bir saniye içinde o güzellik. Küçük yaratıklar heyecanla cesede doğru zıpladılar. Çok geçmeden hepsi derin soluklar alarak geri çekildi. Kızdan geriye kıyafetleri ve kemikleri kalmıştı. Gri renkleri tamamen kırmızıya dönüşmüştü. Ama az öncekinden daha yapışkan görünüyorlardı. Ve yavaş yavaş bana doğru geliyorlardı. “En fazla beş saniye sürer. Bu halde yaşayamam zaten. Bu kadar çirkin olmuşken, insanlıktan iyice çıkmışken zaten yaşayamam” dedim ve gri, kana bulanmış yaratıkların geldiğine sevindim. Ama bana dişlerini geçirmek yerine… Hayır, kırmızının benimle işi bitmemişti. Yaratıklar çevremde yuvarlak oluşturdular ve aynı anda aynı tonda bir şeyler söylemeye başladılar. Bana teşekkür ettiklerinden eminim. Ne kadar çirkin olurlarsa olsunlar yüzlerindeki memnuniyetin güzelliğini görüyordum. Teşekkür etme merasimi bittikten sonra hepsi yavaşça erimeye başladı. Eriyenler yine toprağa karışıyordu. Her şey çok hızlı oluyordu. Yaratıklardan sonuncusu da toprak tarafından emildikten sonra kırmızı dağılmaya başladı. Artık gitmişti. Tamamen mi yoksa kısa süreliğine mi, bilmiyorum. Buna zamanım olmadığını biliyordum ama. Başka şeyler vücuduma girmeye çalışıyordu. İçime çektiğim derin nefesimi tuttum. Bırakırsam, bu verdiğim son nefes olacaktı. Sınıfta yaptığımız şeylerden biriydi nefes tutma yarışması. Ben en fazla on dokuz saniye tutabiliyordum. Sürem başlamıştı.On sekiz,on yedi,on altı,on beş…
Ceren Keleş